Batı Karadeniz- Sinop, Kastamonu, Bartın

Merhaba!
Yine bir yurt içi yazısıyla karşınızdayım. Rotamız bu sefer Batı Karadeniz 🙂 Rotamız diyorum çünkü bu gezide bana arkadaşım Furkan eşlik etti.
Nereden çıktı bu Batı Karadeniz?
Ben aslında yalnızca Sinop’a gidip dönecektim. Bu planımdan Furkan’a bahsedince o da katılmak istedi ve uçakla değil arabayla gidelim diğer şehirleri de görür, koy koy gezer yüzeriz dedi. Ben de bu fikri beğendim ve birlikte planı genişlettik. Sinop, Kastamonu ve Bartın yapacaktık. Dört gün zamanımız vardı, oralı arkadaşlara sorup biraz bilgi topladım ve anladım ki dört gün bize kesinlikle yetmeyecek 🙂
Daha önce Bartın’a gitmiştim ve çok beğenmiştim, sitede yazısı da var hatta. Çok yakın arkadaşım Alperen orada yaşıyor, her zaman çağırıyor sağ olsun. Sinop’u da hep merak eder oraya gitmek isterdim, hatta Türkiye’nin en kuzey noktasına gitmek hayallerimden biriydi. Daha önce Türkiye’nin en doğusu olan Gökçeada’da bulunmuştum. En güney ilimiz olan Hatay’a da gitmiştim, Adana-Hatay yazısında bahsettim, okuyabilirsiniz 🙂 Kuzey ve doğu uçlara da gitmek istiyordum. Ve çok övülen Kastamonu’nun özellikle kıyı kesimlerini merak ediyordum. Çok fazla tarihi-kültürel öğelere odaklanmayız, yöresel yemeklerden yiyip bol bol yüzeriz dedik (nasibimizi aldık 😀 )
O zaman bir Sinop türküsü dinleyelim ve başlayalım 🙂
Bu türkünün Sinop türküsü olduğunu bilmiyordum hatta Sinop’un geçtiği kısmını hiç dinlememiştim 🙂
İlk gün: Taşköprü!
Sabah çok erkenden yola çıktık, biraz uykusuzduk ama sohbet eşliğinde yolu bitiriyorduk. İlk molamızı Highway AVM‘de verip bir çorba içtik. Highway Bolu’da yol üzerinde bulunan meşhur bir outlet AVM’si. Çok duyuyordum ama hiç denk gelmediği için gidememiştim.
Burada yaklaşık bir saat vakit geçirdikten sonra yolumuza devam ettik. Planımız öğleden sonra 4-5 gibi Sinop’a varıp denize girmek ve biraz şehri gezmekti. Kalacak yerimiz hazır değildi çünkü karar verememiştik, her gün farklı bir yerde kalacağımız için gidince bakarız diye düşünmüştük. Saat 3 gibi Kastamonu merkezdeydik. Burada durduk çünkü dönüş rotamız sahil üzerinden olacağı için buradan bir daha geçmeyecektik, gelmişken merkezini görelim hem de bir şeyler yiyelim diye düşündük. İş yerinden bir abimi aradım, kendisi Kastamonulu olduğu için ondan bilgiler aldım. Tabakoğlu adındaki pastırmacıya gittik, burası en meşhur yermiş. Pastırmanın tadına baktık, beğendik. Eve götürmek için alacaktık ama bozulur diye vazgeçtik. İsterseniz size birer porsiyon pastırma keselim yandaki dükkana geçin orada ekmek yaptırın dediler, biz de olur dedik. Kaya Pide&Kebap adlı dükkana geçip masaya oturduk, böyle bir etli ekmek geldi:
Açıkçası pek beğenmedik, pastırmayı sade bir şekilde yesek daha iyiydi. Pastırmayı ekmeğin içine çok seyrek dağıtmışlardı ve bolca soğan koymuşlardı. Isırdığımda pastırma değil soğan geliyordu, ben de soğanı pek sevmem 🙁 Daha büyük bir beklentiyle oturmuştuk ama mutsuz bir şekilde kalktık, Google Maps üzerinden yorum da yaptım. Bunu unutalım, başka bir yemek yiyelim diyerek biraz dolaştık. Nasrullah Camii‘nin yakınında bir tiritçi tavsiye ettiler deneyelim dedik.
Tiridi daha önce denemek istemiştim ama mevsimi olmadığı için yiyememiştim, bahsettiğim tirit kazdan yapılıyordu fakat burada kıymadan yapıyorlarmış. Civardaki esnaflara sorduğumuzda bize ısrarla Tarihi Meşhur Tiritçi Hasan Köse‘yi
tavsiye ettiler. Gittik, selam verip içeri geçtik. Dükkan biraz değişikti çünkü kapının girişindeki masanın üzerinde iki tane tencere vardı, adam oradan tabaklara doldurup servis ediyordu. Yani yemek mutfaktan gelmiyor, dükkanın ortasında hazırlanıyordu. Neyse dedik belki bunun raconu böyledir. Bir porsiyon sipariş ettik, kısa süre içerisinde masamıza geldi.
Tabak böyle görünüyordu, zaten görüntü falsoydu. Tadına bakmak için bir çatal aldım. Yağ ve sarımsak tadından başka bir tat almadım. Zaten yağlı yemekleri sevmem, sarımsağı da sevmem 🙂 Acaba bende mi sorun var diye düşündüm ama Furkan da hiç beğenmemişti. Yağ, sarımsak, aşırı yumuşamış bir simit, üzerinde pul şeklinde ufalanmış bir şey(ne olduğunu anlamadık ama muhtemelen kıyma) Ben ilk çataldan sonra daha yemedim, Furkan da birkaç lokma daha yiyip bıraktı. Sonra bu yemeğin aşırı kötü olduğunu, damak zevkimizle ilgili bir durum olmadığının farkına vardık. Yemek aşırı kalitesiz, kim yerse yesin mide rahatsızlığı yaşar. Resmen bol yağlı bir ekmek ve üzerine sarımsak sinmiş bir yoğurt, tek kelimeyle rezalet bir yemek. Hesabı ödemeye dükkanın girişindeki tencereli masaya gittik, kartı uzatıp buradan buyurun dedik, adam bize “posum arızalı” dedi. Biz de “hep öyle olur zaten” diyerek adamın köylü kurnazlığına karşı sinirlendik. Ben bu bloğumda bir çok yemek övdüm, restoranlarla ilgili güzel şeyler yazdım fakat kötüye de kötü demek zorundayım. Bu yemeği ve bu restoranı kesinlikle tavsiye etmem. Google’dan da sağlam bir yorum yaptım zaten burası için!
Karnımız doymamıştı, bir yandan Youtube ve Instagramdan yeme-içme önerilerine bakıyor, diğer yandan Google Maps’ten yemek yiyebileceğimiz bir restoran bulmaya çalışıyorduk. Aradık taradık ama içimize sinen bir yer bulamadık. Yola devam edelim Sinop’ta yeriz diye düşündük. Yola koyulduk, Kastamonu’dan Sinop’a doğru yani kuzey doğrultusunda ilerlerken Taşköprü sınırları içerisinde yoğun bir trafiğe denk geldik. Kalabalık insan grupları bir yöne doğru yürüyor, araçlar park yeri arıyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışırken şöyle bir reklam panosuna rastladık:
Festival varmış, sarımsak festivali… Hem de 35.si düzenleniyormuş! Furkan dedi ki zaten Sinop için geç kaldık, gitsek de denize yetişemeyiz, bari burada oyalanalım. Ben de tamam olur dedim ve festival alanına giriş yaptık. İlçeye ismini veren köprüyü geçince festivalin sandığımızdan daha kapsamlı olduğunu fark ettik. Uçsuz bucaksız mısır, döner, tatlı stantları ve her iki adımda bir sarımsak tezgahları 🙂
Festival programı oldukça doluydu, akşam 22:30’da Merve Özbey konseri vardı, kalsak mı diye düşündük ama ikimize de pek hitap etmediği için vazgeçtik. Festival alanında yürürken şöyle bir oyuna rastladık:
Bunun adı köçek, ellerindekiler ise kaşık. Bu oyunu daha önce Bartın’da görmüştüm, zaten Batı Karadeniz bölgesinin oyunuymuş. Bizim taraflarda(Doğu Karadeniz) böyle bir oyun yok ve açıkçası davul ve zurna sesini pek sevmem, kafamı şişirir 🙂 Kastamonu merkezde güzel bir yemek deneyimi yaşayamadığımız için karnımız hala açtı, bari burada yiyelim dedik ve sıra sıra tezgahlar arasından bir et dönerciyi seçtik. Başka neler mi vardı? Bakınız:
Erzurum cağ kebap… Özlendi değil mi? Yemeğimizi yedikten sonra künefe, dondurma ve köz mısır da yiyerek dolaştık. Saat 8 buçuk gibi dönüş yoluna koyulduk. Boyabat üzerinden Sinop’a gittik, bir buçuk saat civarı sürdü yolculuğumuz. Denizci Otel‘e yerleştik ve bi tur atıp döner uyuruz dedik. Dışarı çıktığımızda Sinop bize o kadar güzel geldi ki, yorgun ve uykusuz olmamıza rağmen otele dönmek istemedik. Şehrin farklı bir havası vardı, Kastamonu’dan sonra çok güzel gelmişti 🙂 Sokakta tatlı bir kalabalık, her tarafta tarihi yapılar ve deniz. Zaten deniz kenarındaki şehirler benden her zaman torpillidir.
Fener’in maçı vardı, bir yerde oturup izleyelim dedik. Noir diye bir yere oturduk, telefonumdan maçı açtım hem maçı izliyor, hem de bir şeyler içiyorduk. Garson maçı izlediğimizi görünce yanımıza gelip “kaç kaç?” diye sordu biz de 0-0 dedik. Çocuk GFB Sinop başkanı olduğunu söyledi ve ara ara yanımıza uğrayıp maçı takip etti. Maç 0-0 berabere bitti, Furkan’ın keyfi yerindeydi çünkü o Galatasaraylı 🙂 Ben pek takmam böyle şeyleri, sadece boşa giden zamanıma üzülürüm. Çocuk geldi maçın berabere bitip penaltı kaçırdığımızı öğrenince bir anda yüzü düştü, hızlıca tuvalete gidip sinirini attı. Bir müddet sonra geldi “Abi benim hayatım Fenerbahçe, başka bir şey yok” dedi. Çok üzüldüm böyle söylemesine, bence futbol takımlarını bu kadar hayatımızın merkezine almamalıyız. Kimsenin hayatı Fenerbahçe olmasın veya Galatasaray, Beşiktaş vs.. Otele geçip günü noktaladık.
İkinci gün: Kuzey!
Sinop’tan günaydın! Kalkıp hazırlandık ve otelin kahvaltısına indik. Fena olmayan bir açık büfe kahvaltısı vardı. Zaman kaybetmeden yola koyulduk. Bu arada oteldeki odamızın manzarası şöyleydi:
Görülecek çok şey vardı fakat zamanımız kısıtlıydı bu yüzden hızlandırılmış bir tur yapalım dedik. Önce liman tarafına gittik. Orada balık tutan insanlar vardı, bir müddet onları izledik. Biz oradayken bir adam yaklaşık 2 kiloluk somon yakaladı, ayağımız uğurlu 🙂 Oldukça şiddetli rüzgar vardı, sonradan öğrendim ki Sinop hep böyleymiş, coğrafi konumuyla ilgili olabilir. Rüzgar yazın tatlı olur ama kışın üzebilir… Karşı kıyıları, Gerze ve ötesini izledik, biraz da kaleyi süzüp içeri kısma doğru yürüdük. Sinop Kalesi’nin kapısından girip surların üstüne çıktık. 2700 yıllık muhteşem bir kale, stratejik önemi sebebiyle bir çok kuşatma görmüş, bir çok kez onarılmış ve bir çok devletin himayesine geçmiş. Tüm bunların yanında kalenin en üstüne çıktığımızda çıstak müzik çalan bir kafeyle karşılaştık. Yani neden anlamıyorum? Kalenin tepesinde kafenin ne işi var, bu kadar mı sahip çıkıyoruz tarihi eserlerimize? Surlarda bir tur attıktan sonra inip yolumuza devam ettik. Bu da benim kaledeki pozum:
Ne kadar rüzgar olduğu belki fotoğraftan anlaşılıyordur 🙂 Cezaevine doğru yürürken bir müze dikkatimi çekti: Keten Müzesi. Şaşırdım, Furkan’a gösterip “Keten ne alaka” diye sorguladım. Madem merak ettik girip bakalım öyleyse dedik. Devlet tarafından yapılmış ücretsiz bir müze olduğunu ve birkaç ay önce açıldığını öğrendik. İçerisi gayet güzel donatılmış, görüntü ve ses sistemleri başarılı bir şekilde entegre edilmişti. Hatta içeride küçük bir keten tarlası kurmuşlar, keten bitkisine dokunabiliyorsunuz 🙂
Müzeyi gezerken ketenin ülkemizde en çok Sinop, Yozgat ve Afyon’da ekildiğini öğrendim. Ketenin Anadolu’daki tarihi MÖ 5000’lere dayanıyormuş. Ayancık ilçesindeki keten meşhurmuş, hatta Ayancık’ta keten festivali düzenleniyormuş(severiz 🙂 ) Müzenin en üst katında keten çeşitlerini kumaş olarak sergiliyorlar, 8 farklı kasnakta dokunup hissedebiliyorsunuz. Yani müze güzeldi, yolunuz düşerse tavsiye ederim. Müzeden de bir video paylaşayım sizle:
Sıradaki durağımız Tarihî Sinop Kapalı Cezaevi. İçeri girerken müzekart istiyorlar. Geçen sene Azerbaycan’a giderken havalimanındaki müzeye girmek için müzekart çıkarmıştım, henüz bir yıl olmadığı için geçerliliği halen devam ediyormuş. Buraya da herhangi bir ödeme yapmadan girmiş oldum yani 🙂 Bu cezaevi belki de Sinop’un en meşhur yeri. Meşhur olmasının sebebi hem tarihi hem de burada yatan ünlü isimler.
İçerisi oldukça kalabalıktı, otobüslerle turlar gelip cezaevini ziyaret ediyordu. Çok detaya girmeyeceğim çünkü bu cezaevi anlatmakla bitmez. Kısaca bahsetmek gerekirse bu cezaevi eskiden kaleydi ve Osmanlı döneminde cezaevine çevrildi. Cezaevinin konumu sebebiyle özel bir durumu var, bakınız:
Yarımadanın en ince noktasında yer alması sebebiyle deniz dalgasının, sesinin ve kokusunun ulaştığı bu cezaevinde belki de hepimizin bildiği şu dizeler yazılmıştır:
Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül, aldırma
Sabahattin Ali‘nin bu şiirini hepiniz biliyorsunuzdur, zaten bu dizeleri görünce akla bir şarkı geliyor, haydi dinleyelim:
Bu şekilde bir oda yapmışlar, dalga sesi ve görseli vererek hissettirmeye çalışmışlar. Edip Akbayram‘ı yad edip devam ediyorum. Bilgilendirici panoları okuyarak ve sergilenen eşyaları inceleyerek cezaevi turunu tamamladık. Çıkışta hediyelik eşya dükkanından birkaç hediyelik aldık ve sıradaki durağımız olan Diyojen heykeline yürüdük.
Kimdir bu Diyojen? Bu adam Sinop’lu bir filozof. Felsefesi ise Kinizm yani mümkün olan en az eşya ile hayatta kalmak, aşırı sade biçimde asgari şartlarda yaşamaktır. Heykelde üzerinde durduğu fıçı ise evidir, orada yaşar. Elindeki fener ise onunla ilgili bir rivayetten gelmektedir. Gündüz vakti elinde fenerle gezer, ona neden böyle yaptığını soranlara “dürüst bir insan arıyorum, bir türlü bulamıyorum” dermiş. Onunla ilgili hepimizin bildiği hikaye ise Büyük İskender‘in dile benden ne dilersen sorusuna karşılık istifini hiç bozmadan “gölge etme, başka ihsan istemez” demesi.
Acıkmıştık, Sinop’un meşhur mantısından yiyelim dedik ve en meşhur iki restorana sırasıyla gittik. İlki Teyze’nin Yeri diye bir yer. Oldukça kalabalık bir yerdi, zar zor bir masa bulup oturduk. Sinop’a özgü olan cevizli mantıyı merak ediyorduk ama klasik olan yoğurtludan da yemek istiyorduk. Yarısı cevizli, yarısı yoğurtlu olandan sipariş ettik. Büyük beklentilerle birer kaşık aldık, biraz bekledik ve ikimiz de aynı anda şaşırdık. Çünkü bildiğimiz mantı gibi değildi, hamuru aşırı inceydi ve çabuk dağılıyordu. Ceviz ise mantıya acı bir tat veriyordu. Bana sorarsanız ceviz pek yakışmıyor mantıya, aslına bakarsanız ben cevizi tatlılarda da sevmem, fındıktan devam 🙂
Teyze’nin Yeri bizi çok tatmin etmemişti, bir de diğerini deneyelim dedik. Diğer meşhur mantıcı olan Örnek Mantı isimli restorana gittik. Yine yarı cevizli yarı yoğurtlu tabak aldık. Bu sefer ikimiz de beğenmiştik, mantı daha pişmiş, yoğurt daha katıydı. Bir de nokul söylemiştik, nokul ülkemizin birçok bölgesinde yer alan bir hamur işi. Daha önce üzümlü Samsun nokulunu yemiştim, yine öyle bir beklentim vardı ama Sinop nokulu kıymalı oluyormuş. Pek beğenmedim açıkçası kuru ve tatsız gibiydi.
Karnımızı doyurduktan sonra biraz dolaşmaya çıktık. Bir gemi maketi dükkanına rastladık, içerisi her boydan gemi maketleriyle doluydu.
7 yıl önce Bartın’a gittiğimde de böyle bir dükkan görmüştüm. Bu dükkandan iki tane maket aldım ve eve dönünce uçak maketlerimin arasına koydum 🙂 Artık yüzmek istiyorduk, Gerze’yi bize çok övdükleri için önce oraya gidelim dedik. Yarım saatte Gerze’deydik, sahile inip boydan boya yürüdük fakat ne oturup bir şeyler yiyecek ne de denize girilecek bir yer bulamadık. Sahilde yürürken benim için çok anlamlı bir şeye rastladım:
Evet, benim ve aynı zamanda rahmetli dedemin ismi. Bu teknelerin sahibi Kazım amca(yaşını bilmiyorum ama amca gibi hissettim) muhtemelen ihtiyaca göre ikisinden birini seçerek balığa çıkıyor. Ağ atacağı zaman kamaralı ve makaralı olanı, çapari avcılığı yapacağı ise diğerini kullanıyor. İki tekneyi de çok sevdim, rengi ve tasarımı tam benlik. Babamın zamanında Kazım Reis isminde kayığı vardı. Rahmetli dedem çok severdi denizi…
Gerze’de beklediğimizi bulamayınca Sinop merkeze geri döndük. Yüzmek için Akliman diye bir yere gittik, içeri giriş ücretliydi. Hava çok rüzgarlıydı ama biz ne olursa olsun denize girmek istiyorduk. Rıhtım gibi bir yerden denize atlayarak girdik, oldukça soğuk ve çalkantılı bir su vardı. Çok keyif almasak da bir müddet yüzdük, çıktık, atladık. Gün batmadan bir yere daha gidip yüzelim dedik. Akliman’ın yanındaki Hamsilos koyuna gittik. Tam istediğimiz gibi durgun bir su vardı ve rüzgar daha azdı.
Manzarayı izleyip nasıl denize girebileceğimizi düşünürken demirlemiş iki tane tekneyi fark ettik. Aşağıya inip teknenin yanına gittik, kaptana tekne turu fiyatını sorduk, 1500 ₺ dedi. Fiyatı biraz fazla gelmişti ama hem tur yapmış oluruz hem de yüzeriz diye düşündük. Tam biz aramızda konuşurken bir aile yanımıza yanaştı ve tekne turu yapmak istediklerini söyledi. Biz de birlikte gidelim hem daha uyguna gelmiş olur dedik. Atladık tekneye demir alıp hareket ettik. Gün batımında öyle güzel bir manzara vardı ki izlemeye doyamadık.
Yavaş yavaş turlarken kaptana dümene geçmek istediğimi söyledim, o da kabul etti sağ olsun tekneyi biraz kullandım. Ben tekneyi sürerken bizimle birlikte gelen aile önde denizi izliyordu, kafalarını çevirip beni dümende görünce şaşırdılar ve “yavaş git hemen bitmesin” dediler 🙂
Normalde bir koyda yüzmeyi planlıyorduk ama güneş batmak üzere olduğundan zaman kaybetmemek adına yüzme işine girmedik. O koyda gerçekten yüzmek isterdim, bir daha Sinop’a gidersem mutlaka Hamsilos’ta yüzmeye çalışırım, sizlere de tavsiye ederim. Diğer aileyle biraz sohbet etme fırsatı bulduk, kendileri Adana’dan geliyormuş, orada restoran işi yapıyorlarmış. Tatlı bir aileydi, bizleri de Adana’ya davet ettiler sağ olsunlar, yurdum insanı <3 Yaklaşık bir saat süren huzur dolu turun sonunda tekneden inip yolumuz devam ettik.
Sıradaki durağımız benim hayalim olan o yer: Türkiye’nin en kuzeyi, İnceburun. Aslında kilometre olarak fazla mesafe yoktu ama yollar kötü olduğu için yarım saatte anca gidebildik. Planımız gün batımında orada olmaktı fakat gecikmiştik, güneş batmış hava kararmaya başlamıştı. Arabadan indiğimizde ise gördüğümüz manzara karşısında bir süre mest olduk. Güneş batmış olsa da denizin üstüne yansıyan kızıllık hala duruyordu. Bir deniz feneri, yanında bir tabela ve uçsuz bucaksız denizle baş başaydık.
Ülkenin en kuzeyinde Kuzeyin Oğlu rahmetli Volkan Konak’ı yad ederek etrafı seyre koyulduk. Etrafta biraz yürüyelim diyerek kayalıkların ucuna doğru gittik. Denizi seyrettim, çocukluğumdan beri hayranlıkla baktığım, bazen ötesini merak edip hayallere daldığım, bazen bakıp dertlendiğim bazen de ufkumu açan o deniz: Karadeniz…
Ben bir hayalimi gerçekleştirmenin mutluluğuyla denizi seyrederken Furkan arkamdan bana seslendi, güzel bir görüntü oluştu poz ver fotoğrafını çekeceğim dedi. Ve işte o poz:
Furkan’ın kadrajından böyle bir fotoğraf çıktı ve ben bu fotoğrafı çok beğendim. Instagram’da Veridis Que şarkısıyla paylaştım, çok güzel uydu. Arabaya doğru yürürken yerden çöpleri toplayan bir adama rastladık. Kızgın bir şekilde kendi kendine söyleniyordu, biz de yanına yanaşıp ne olduğunu sorduk. Buraya gelip yerlere çöp atıyorlar, sonra hep ben topluyorum dedi adam. Öğrendik ki adam oradaki deniz fenerinde görevliymiş. Deniz feneriyle bitişik bir evde yaşıyor, bekçilik yapıyormuş. Değişik bir iş değil mi?
Arabaya binip Kastamonu’ya doğru yola çıktık. Ayancık’tan geçerken yol kenarında bir gürültülü bir düğüne denk geldik. Furkan’la birbirimize baktık ve hadi girelim dedik 🙂 Oldukça spor bir giyimle düğüne giriş yaptık, içeride şarkılar çalıyor oyunlar oynanıyordu. Köşede bir masa bulup oturduk, aslında düğünü görmek isteme sebebimiz orayı biraz daha iyi tanımaktı. Bir yörenin kültürünü tanımanın yollarından biri de düğünlerini gözlemlemektir. Düğünden gördüğüm ve gezi boyunca gözlemlediğim kadarıyla Batı Karadeniz bölgesi kültür olarak İç Anadolu’ya daha yakındı, bu her yerde kendini belli ediyordu. Hiçbir şey yemeden içmeden çok da oyalanmadan kalkıp yolumuza devam ettik. İnebolu’ya doğru ilerlerken yollar hem daha karanlık hem de daha ıssız hale geldi. Gözümüz bir ara semaya takıldı, alışageldiğimizden daha farklı bir gökyüzü vardı yukarıda. Arabayı durdurup dışarı çıktık ve bir süre gökyüzünü izledik. Adeta yıldız cümbüşü vardı, bazı gezegenler, takımyıldızları belli oluyordu. İstanbul gibi ışık kirliliği bol olan bir şehirde yaşadığımız için bu yıldız manzarasına hasret kalmıştık. Aklıma çocukluğum geldi, geceleri gökyüzüne bakar, kuzey yıldızını bulmaya çalışır hatta ertesi günün hava durumunu tahmin ederdik. Cep telefonlarımızdan bu manzarayı çekmeye çalıştık ama kesinlikle gözümüzün gördüğü gibi hissiyatı vermedi.
Saat çok geç olmuştu ve İnebolu’da çok fazla otel seçeneğimiz yoktu. Necati Bey adında bir otel bulup gece yarısı giriş yaptık ve yoğun bir günün ardından dinlenmeye koyulduk.
Üçüncü gün: Yollar!
Necati Bey Konağında uyanıp yeni bir güne başladık. Konak diyorum çünkü içerisi gerçekten bir konak gibi dizayn edilmişti. Kahvaltıdan önce denize gidelim yüzelim hiç oyalanmayalım dedik. Otelin sahibine sorduğumuzda ise yüzemezsiniz yasak dedi. Nasıl yani yüzmek nasıl yasak olabilir diye sorduk, deniz suyu sıcaklığı çok düşük olduğu için jandarma gelip denize girenleri uyarıyormuş. Piri Reis’ten deniz suyu sıcaklığına baktık ve 13 dereceyi gördük. Yani oldukça soğuk bir suydu. Biz yine de gidelim şansımızı deneyelim dedik. Bir plaj bulduk, kimseler yoktu. Güneş vuruyor ama ısıtmıyordu, ayağımızı suya değdirdiğimiz gibi uyuşmaya başladı. Ben hasta olurum diye düşünerek dizime kadar girdim sonra geri çıktım. Furkan ise girip yüzdü 🙂 Fazla oyalanmadan otele geri dönüp kahvaltıya indik, gayet güzel bir kahvaltı servis edildi.
Kahvaltı esnasında otelin sahibiyle sohbet ettik. Otele rahmetli babasının adını vermiş. İnebolu ilçesi ise Kurtuluş Savaşındaki önemli direnişleri için İstiklal madalyası alan ilk ve tek şehirmiş. TBMM tarafından İnebolu’ya Yiğit ünvanı verilmiş fakat İnebolu halkı bu ünvanı “Bizler her Türk evladının yapacağı gibi vatani görevimizi yaptık, her Türk yiğittir, farkımız yoktur” diyerek kullanmamış. Gerçekten gurur duyulası bir halk, gurur duyulası bir ilçe! Otel sahibi bize nereye gideceksiniz diye sordu biz de sahil yolundan Cide’ye kadar gideceğimizi söyledik. O yol çok dar ve bozuktur, oradan gitmeyin dedi. Onun yerine içeri doğru girin Horma Kanyonu‘na uğrayın oradan Cide’ye geçersiniz dedi. Biz de mantıklı bulduk ve Horma Kanyonu’na doğru yola koyulduk. Yaklaşık 2 saat yol gittikten sonra kanyona ulaştık. 60 ₺ ye bilet alıp kanyona girdik, kocaman bir dağ ince bir şekilde kesilmiş gibiydi. Tam olarak öyle olmuştu, akarsu zamanla taşı yontarak delmiş ve ortaya böyle bir görüntü çıkmıştı:
Kanyon boyunca ahşaptan bir yol inşa edilmişti, bu yol yaklaşık 3 kilometreydi. Yol boyunca köprüler, alçak geçiş noktaları ve şahane manzaralar vardı. 3 kilometre bizi fazla yormadı, yaklaşık yarım saatte bitirdik.
Yolun sonunda hediyelik eşya satan küçük stantlar vardı. Parkur aşağıya doğru olduğu için yolu bitirdiğinizde taksi veya dolmuşla ana girişe dönmeniz gerekiyor. Araba ana girişte olduğu için dolmuşa binip ana girişe döndük. Saat 16 olmuştu, akşamüstü Cide’ye ulaşır hem yemeğimizi yer hem de denize gireriz diye düşündük.
Yola çıktık, navigasyon bize iki farklı yol önerdi; biri geldiğimiz yolu geri dönüp Cide’ye saptıran bir yol, diğeri ise düz devam edip zikzak çizerek götüren bir yoldu. İkinci yol daha az kilometre olduğu için oradan gidelim dedik. Bir süre sonra yaptığımızın bir hata olduğunu fark ettik çünkü yol kısa gibi gözükse de tek şeritli ve toprak orman yoluna girmiştik. Öyle bir yoldan geçiyorduk ki etrafta ev, insan herhangi bir şey yoktu. Yalnızca uzun ağaçlar ve sessiz bir orman vardı. Telefonun sinyali kesildi, navigasyona bakamıyorduk. Hafiften tedirgin olmaya başlamıştık, burada başımıza bir şey gelse kimseye haber veremeyecektik. Bir zaman sonra yollar daha da kötüleşti, derin çukurlar, taşlar ve odun parçalarıyla karşılaştık. Zaman zaman durup yolu temizledik öyle devam ettik, bazen de ben arabadan inip çukura girmemesi için Furkan’a marshalling yaptım. Yaklaşık iki saat boyunca sonunun nereye çıkacağını bilmediğimiz bozuk orman yolundan gittikten sonra bir köye ulaştık, orada bir amcaya yolu sorduk, yarım saate asfalt yola ulaşırsınız dedi. Telefon da çekmeye başlamıştı, rahatlamıştık artık. Şarkı açıyor, bağıra bağıra söyleyerek yolun tadını çıkarıyorduk.
Bu yol tercihi bize 2 saat kaybettirmişti dolayısıyla Cide’ye gidip Gideros Koyu‘nda yüzmek için vakit kalmamıştı. Cide’ye vardığımızda güneş batmak üzereydi, koca günü yollarda heba etmiştik. Planımız Cide’de yüzüp sonra Kurucaşile’de Alperen’le buluşmaktı ama geç kalınca yüzme iptal oldu sadece yemek yiyip devam edelim dedik. Cide’de Gideroslu Kazım’ın Yeri adında bir balıkçı bulduk ve hızlıca gidip siparişimizi verdik.
Barbun ve mezgit karışık tabak yaptırdık, ikisi de çok lezzetliydi. Zaten çok aç olduğumuz için 10 dakikada her şeyi yedik süpürdük 🙂 Önceki gün olduğu gibi yine gün batımında teknedeydik, bu sefer tur değil yemek içindi.
Restoranın sahibine ismin nereden geldiğini sordum. Kâzım babasının ismiymiş. O an aklıma önceki gün Gerze’de gördüğüm tekne geldi sonra iş yerindeki bir yöneticimi hatırladım onun da ismi Kâzım’dı ve Sinopluydu. Sanırım bu bölgede sık tercih edilen bir isim diye düşündüm. Yemekten sonra Alperen’le buluşmak üzere Kurucaşile’ye geçtik. Görmeyi çok istediğim Gideros Koyu‘nu gündüz gözüyle göremediğim için üzgündüm. Tıpkı 2017 yılında olduğu gibi Alperen’le onun köyünde buluştum. Ailesiyle birlikte balkonlarında bir süre oturduktan sonra Amasra merkeze geçelim dedik. Amasra sahilde biraz yürüdükten sonra liman tarafında bir kafede oturup Amasra salatasını denedik. Amasra gündüz olduğu kadar akşamları da çok güzeldi, denize yakın olması bunun sebebi olabilir. Alperen’le vedalaştık, o Kurucaşile’ye döndü.
Yine kalacak yerimiz hazır değildi, birkaç otel aradık, az oda kaldığı için yüksek fiyat çekiyorlardı. Yürürken öğretmenevine rastladık, aslında biz öğretmenevlerini öncesinden aramış oda sormuştuk fakat hepsi ay sonuna kadar dolu olduğunu söylemişti. Ne olur ne olmaz soralım diyerek girdik, orada çalışan görevli bir tane odalarının müsait olduğunu söyledi, biz de şanslı olduğumuzu düşünüp hemen odayı tuttuk. İlk kez bir öğretmenevinde kalacaktım, hep duymuştum, hep kalmak istemiştim ama aşırı talep olduğu için kalamamıştım. Odaya girince müthiş bir hayal kırıklığına uğradım. Bakımsız bir oda, yüzüne bakılmayacak bir banyo, eski battaniyeler, ağır bir naftalinle karışık sigara kokusu… Öğretmenevi dedikleri böyle bir şey miymiş diye sordum Furkan’a, o da genelinin bu şekilde olduğunu söyledi. E o zaman ne anlamı var ki öğretmenevinde kalmanın diye düşündüm, üstelik fiyatı da neredeyse bir otel kadar! Bir daha zorunlu olmadıkça öğretmenevinde kalmam, Amasra Öğretmenevi‘ni de kesinlikle önermiyorum.
Dördüncü gün: Arkadaşlar!
Tatilimizin son gününe enerjik bir şekilde uyandık. Öğretmenevinde kahvaltımızı yaptık, nasıldı diye sorarsanız o da kötüydü… Kahvaltıdan sonra liman tarafına indik, limanın içinde bir hareketlik gördük. Bir de baktık ki herkes plajda, yüzüyor. Demek ki su ısındı, biz de son kez yüzelim dedik. Liman içindeki halk plajında denize girdik, su sıcaklığı ve temizliği iyiydi fakat plajdaki ortam pek güzel sayılmazdı. Yaklaşık bir saat yüzdük, bu gezideki en uzun denizde kalışımız bu oldu 🙂 Sonra hazırlanıp küçük bir Amasra turu yaptık. Ben daha önce geldiğim için az çok biliyordum, Furkanla birlikte hızlıca dolaştık.
Amasra’da Sinop’ta olduğu gibi bir yarımada var ve bu yarımadada yaşayanlar var. Fotoğrafta gördüğünüz sağ taraf yarımada kısmı sol taraf ise anakara. Bu iki yeri birleştiren kısım ise tarihi Kemere Köprüsü. Köprü ne kadar tarihi olsa da üzerinden devamlı araçlar geçiyor ve yaya olarak yürümeyi zorlaştırıyor. Bence buna bir çözüm bulunmalı. Bu köprünün ucunda da kale kapısı var, o da şu şekilde:
Evet bu kapıdan da araba geçiyor, bazen de geçerken kenara üste sürtüyormuş… Yarımadayı baştan sona dolaştık, tepedeki deniz fenerine gittik, sonra tekrar limana döndük. Limandan bir video bırakayım şuraya:
Barış Akarsu heykelini de gördükten sonra Amasra’ya veda edip yola çıkabilirdik. Bu heykele geçen geldiğimde de uğramıştım. Amasra’nın hırçın dalgası Barış… Mekanı cennet olsun. Geçenlerde filmini seyretmiştim, fena değildi merak edenler varsa seyredebilir.
Vakit kaybetmeden yola koyulduk, yolumuz uzundu. Sakarya’ya kadar mola vermeden ilerledik. Sakarya’da bi yemek molası verelim dedik. Dönerci Ömer adında bir dönerciye uğradık. Buraya Vedat Milor gelmiş, dönerinden çok köftesini beğenmiş, hatta ilk 3’e koyuyormuş. Köfte olmadığı için döner yedik, oldukça vasattı.
Bu gezi boyunca benim huysuzluğum mu tuttu bilmiyorum ama hiçbir şeyi beğenmedim 🙂 Beğenmediğim bir şeyi açıkça ifade ederim, isterse dünyanın en iyi gurmeleri önermiş olsun yine de beğenmiyorsam kendimi zorlayamam… Sakarya’da yaşayan üniversite arkadaşım Emrullah’ı aradım, yakınlardaysa görüşebiliriz dedim, şansımıza onun da dükkanı bize çok yakınmış. Kendisi tekstil işiyle uğraşıyor, dükkanına uğrayıp hem hayırlı olsun dedik hem de biraz eski günleri yad ettik.
Üzerimdeki tişörtü Emrullah’ın dükkanından aldım, gerçekten kaliteli ürünleri var gayet beğendim. Telefonum çaldı ve İzmit’teki arkadaşımız Salih aradı. Sofra hazır sizi bekliyoruz dedi, biz geçerken ona da uğrayacaktık ama zamanımız olmadığı için uzun oturmayız diye düşünmüştük. Salih ısrar etti, gelin Emrullah da gelsin dedi. Hep birlikte İzmit’e Salih’in evine gittik. Kapıyı açar açmaz Salih ve eşi bana “senin boyun mu uzamış” diye sordu, ben de 10 yıldır aynı olduğunu söyledim 🙂 Meğer Emrullah’ın dükkanından aldığım tişört ve alttan giydiğim pantolon kombini beni olduğumdan uzun göstermiş. Salih’in eşi Duygu sağ olsun leziz bir sofra hazırlamış, afiyetle yerken bir yandan da sohbet ettik. Eski bir dostu görmek, o güzel günleri yad etmek gerçekten huzur veriyor insana…
Müsaademizi isteyip kalktık ve İstanbul’a döndük. Az günde çok iş yapmıştık, ne kadar kendimizi yormamaya çalışsak da yol gitmek bile insanı yoruyordu. Hesaplarımıza göre dört günde toplam 15 bin ₺ harcadık. En büyük gider kalemi otel ve yakıt oldu. Bol yeme-içmeli ve deneyimli bir gezi oldu.
Gelelim teşekkür kısmına
Sinop için önerilerde bulunan Sinoplu arkadaşlarıma,
Kastamonu konusunda yardımcı olan Ümit abiye,
Dostum Alperen ve değerli ailesine,
Sakarya’dan Emo’ya,
İzmit’ten Salih’ime ve değerli eşine,
Gezi boyunca karşılaştığımız güzel kalpli yurdum insanına,
ve gezi boyunca büyük bir ustalıkla araç kullanan, sabır ve uyumu yüksek, sevgili yol arkadaşım Furkan’a teşekkürlerimi sunuyorum.