Karadağ – Montenegro – Црна Гора

Zdravo!
Yeni bir seyahat yazısıyla karşınızdayım 🙂 Bu sefer rotamız son zamanların en popüler noktası: Karadağ(Montenegro)
Karadağ bu sıralar o kadar popüler ki ben döndükten sonra bir hafta içinde 5 arkadaşım gitti 🙂 Ben bu yazıyı yazarken veya siz okurken birileri Karadağ’a gidiyor olabilir 😀
Evet her zamanki gibi aşamalarıyla birlikte gezimden bahsedeceğim. İlk aşama planlama tabii ki… İş yerinden arkadaşlarla Balkanlarda hafta sonu gezebileceğimiz bir ülkeye gitmek istiyorduk. Ben en son Haziran ayında Japonya‘ya gitmiştim, Enes Gürcistan’a ve Raşit de Ürdün’e gitmişti. Son seyahatlerimizin üzerine 3 ay geçmişti ve yaz bitmeden bir yere gitmek istiyorduk. Vizesiz ülkeler arasında küçük bir eleme yaptıktan sonra mevsimin de etkisiyle Karadağ’da karar kıldık.
Planlama aşamasında şanslıydım çünkü birlikte gideceğim arkadaşlarım da planlamacıydı ve detaylı bir plan yaparak gezimizden alacağımız keyfi maksimize ettik 🙂 Hangi hafta gideceğimizi belirledik, bunu yaparken hava durumuna dikkat ettik çünkü Karadağ’ın yağmurlarının çok şiddetli olduğunu, gezmemizi zorlaştıracağını biliyorduk. Sonra uçacağımız havalimanını seçtik, nerede kaç gün kalıp nereleri gezeceğimizi de belirledikten sonra ortaya çok profesyonel bir plan çıktı. Bu planlamada aslan payını üstlenen Enes‘in de hakkını vermemiz gerekir tabii 🙂
Cuma’dan Pazartesi’ye 3 günlük küçük bir tatil yapacaktık; hem doğal güzellikleri görüp huzur depolayacak hem de şehirleri gezip kültürlerini tanıyacaktık. Cuma günü iş çıkışı İstanbul Havalimanı‘na doğru yola çıktık.
O zaman moda sokan bir Balkan şarkısıyla serüvenimize başlayalım!
Balkanlar deyince aklıma bu şarkı geliyor, klibi ve sözleri oldukça eğlenceli 🙂
Havalimanına vardığımızda öğrendik ki uçağımızın yarım saat rötarı varmış, bir şekilde oyalanacaktık. Check-in, exchange, harç pulu işlemlerini halledip hava tarafına geçtik. Tabii geçmeden önce klasik pasaport pozu, klasik zaten 🙂
Zamanımız olduğu için Duty Free‘de parfüm baktık(€ bu seviyedeyken sadece bakılıyor işte) artık ezberlemiştik parfümleri de işte maksat zaman geçsin 🙂
Boarding saati gelmişti, uçağa geçtik. Koltuğum koridordu fakat Enes‘le koltukları değiştirip cam kenarına geçtim. Önümde bir bebek vardı, tatlış ayaklarını görüyordum sadece(Yazı sonunda videosu var bekleyin) Türk Hava Yolları‘nın IFE(Uçuş içi eğlence) sisteminin zengin içeriğinden bir film seçtim ve izlemeye koyuldum.
Gördüğünüz üzere en son çıkan filmler dahi ekleniyor ve içerikler devamlı güncelleniyor. Tom Hanks‘in son filmini izlemek istedim, uçuş süresi filmi bitirmeye yetmedi ama çok güzeldi kalanını da başka bir uçuşta izlerim artık 🙂
Kalkıştan kısa bir süre sonra ikramlarımız geldi, her zamanki gibi arşiv olması adına onu da paylaşayım hemen:
Gün batımı eşliğinde pamuk tarlalarını ve Balkan sahillerini izleyerek uçuşu tamamladık.
Uçak tekerlerini piste koyar koymaz yolcular pilotu alkışladı. Bu harekete yıllardır denk gelmiyordum, Balkanlarda bu gelenek halen devam mı ediyor acaba. Bence çok hoş bir hareket her uçuşta yapılmalı 🙂
Balkanlardaki havalimanlarından çok bir beklentim yok, daha önce Sırbistan’da deneyimlemiştim 🙂 Burası da yine küçük ve modern olmayan bir havalimanıydı.
Bakınız apronda traktör var 😀 Neyse pasaport kontrolden hızlıca geçtik ve araç kiralama şirketlerine gidip araç sormaya başladık. İlk kurumsal bir firmaya sorduk iki gün 250€ dedi, sonra daha yerel bir firmaya gittik ve pazarlıkla 3 gün 180€’ya anlaştık. Orda bir çocuk bizi alıp aracı alacağımız yere götürdü, gerekli işlemleri halledip aracı teslim aldık. Araç otomatik vites 2016 model Skoda Rapid, bizim işimizi gördü gayet memnun kaldık.
Araç işini hallettik sırada Sim Kart vardı, aracı teslim aldığımız yerin hemen yanındaki akaryakıt istasyonundan 10€‘ya 500GB interneti olan Sim Kart aldık. Japonya‘dan sonra Sim Kart olayını hızlıca halletmek çok iyi geldi 🙂
Bu da Budva‘ya yola çıkmadan önceki selfie’miz 🙂 Budva’ya giderken yol bizi hayal kırıklığına uğratmıştı. Karanlık olması bir yana tek şeritti. Belli aralıklarla şerit genişleyip daralıyordu, çok gelişmiş bir ülke olmadığının farkındaydık Karadağ’ın fakat en azından sabit bir şerit ve hafif ışıklandırma beklerdik. Neyse ki direksiyonda usta şoför Raşit vardı 🙂
Yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından Budva’ya vardık. Budva’ya yaklaşırken dağların arasından devamlı dönen bir ışık görüyorduk, sanki biri alttan gökyüzüne doğru fener tutuyor gibiydi. Bunun ne olduğunu ertesi gün anlayacaktık 🙂
Krapina adındaki apart otele ulaştık, gelmeden Valentina bize konum göndermişti zaten gelince de çok güzel ilgilendi. Check-in’imizi yapıp yerleştikten sonra bir şeyler yemek için dışarı çıktık. Saat biraz geç olduğu için pek açık yer kalmamıştı ama şans eseri Parma adında bir restoran bulduk. Menüye baktığımızda tanıdık bir yemek gözümüze ilişti: Cevapcici. Hepimiz daha önce Sırbistan’da (veya Bosna’da) cevapcici yemiştik, burasının da Sırbistan’la aynı kültüre sahip olduğunu bildiğimiz için cevapi güzel olur diye düşündük ve kaymaklı olan cevabiden söyleyip yanına patates istedik.
Sipariş gelirken yanında bir de ikramları olan güzel bir salata da geldi. Yemeklerin hepsi çok lezzetliydi özellikle cevapiye bayıldık! Sanırım Balkan coğrafyasının hepsinde güzel köfteler yapılıyor 🙂 Köfte kuzu etiyle karışık danadan yapılmıştı, baharatların uyumu şahane, ağızda dağılması da enfesti. Köfte, patates ve içecek toplam 22,5 € ödedik. Keşke ülkemizde bu kalitede köfte yiyebilsek… Yemekten sonra otele geçtik ve ertesi günün planını yaparak uyuduk.
İlk Gün: Dobro jutro!
Heyecanla ilk sabahımıza uyandık, hazırlanıp çıktık. İşte kaldığımız yerin sabah görüntüsü, tatlı bir yer 🙂
Kahvaltı için görevli Valentine’in tavsiye ettiği börekçiye gittik. Kısa bir yürüyüşle börekçiye vardık, Sarajevo adında bir Boşnak restoranıydı. Boşnak böreği söyledik, patates, peynir, ıspanak ve kıyma karışık hepsinden aldık. Enes’le Raşit Bosna’da daha önce Boşnak böreği yemişti, benim ilk olacaktı. Arkadaşlar pek beğenemedi Bosna’daki daha iyi dediler, ben de kıymalı hariç oldukça başarılı buldum böreği. Çaylarla birlikte 11 € tuttu hesap.
Balkanlarda böreği yoğurtla birlikte tüketiyorlarmış, ben de ilk kez bu şekilde denedim 🙂 Kahvaltıdan sonra marketten bir şeyler alıp Tivat‘a doğru yola çıktık. Merak edenler için Karadağ’da market fiyatları
Yarım saatlik bir sürüşün ardından Tivat sınırına ulaştık.
Hoş geldiniz tabelası tam Tivat Havalimanı‘nın ordaydı, havalimanı yolun kenarındaydı iniş yapan uçaklar çok yakınımızdan geçiyordu, müthiş bir manzaraydı <3 Yalnız havalimanı trafiği yüzünden orayı kat etmemiz bir hayli zaman aldı 🙁
Tivat’ta müsait bir yere aracı park edip sahile doğru yürümeye başladık. Yolumuzun üzerindeki Saint Sava Ortodoks Klisesi‘ne bir göz atıp sahile doğru devam ettik.
Kilisenin dışı ne kadar güzelse içi o kadar kötüydü, içeride hiçbir şey yoktu duvarlar bile boyanmamıştı. Aynı isimde Belgrad‘da çok meşhur bir katedral var, giderseniz mutlaka uğrayın!
Ve sahildeydik, Tivat’ın sahilindeki bu lüks kısmın ismi Porto Montenegro. Burası bir yat limanı ve çevresi de lüks bir şekilde tasarlanmış. Sahil boyu demirleyen lüks yatlar, hemen karşısında şahane tasarımlı binalar, restoranlar, deniz gümrük kapısı, hoş tasarımlı heykeller, yapılar…
Güneş tam tepemizde olmasına rağmen bu sahili çok beğendik ve birkaç saat geçirmiştik burada. Anı ölümsüzleştirmek için sahildeki bir bankta fotoğraf çekilmek istedik, hava çok sıcak olduğu için etrafta bizi çekebilecek kimse yoktu 🙂 Biz de Enes’in tripodunu kurarak zamanlayıcıyla çektik fotoğrafımızı.
İlginçtir ki bu fotoğraf gezimiz boyunca üçlü olarak çekildiğimiz ikinci fotoğraftı, o tripodu bir daha hiç kullanmadık 😀
Sahilde ilerlerken bir sanat galerisi gözümüze çarptı, içeri girip eserleri incelemeye koyulduk. Burada dikkatimizi en çok çeken Brezilya’lı heykeltıraş Beto Gatti‘nin eserleri oldu.
4. maymun sosyal medya bağımlısı olabilir mi sizce? Yine çağımızın sorunlarına dikkat çeken şu eser de oldukça etkileyiciydi:
Sahilde yürümeye devam ettik, karşımıza süs havuzundan su içen bir martı çıktı. Görüntü hoşumuza gitmişti, Enes’in aklına çocukken okuduğumuz anlamlı bir kitap olan Martı Jonathan Livingston geldi ve bize oradan bir alıntı yaptı 🙂
Raşit de martıyla iletişim kurmaya çalıştı ama martı suyun keyfini sürmekle meşguldü 🙂
Son olarak marinadaki mağazalara bir göz attıktan sonra denize girmek üzere Kotor Körfezi’ne doğru yol çıktık. Yol boyunca manzaralar o kadar güzeldi ki ikide bir durup manzarayı izlemek, fotoğraf çekmek istiyorduk.
Körfezi çevreleyen yüksek dağlar, koyu bulutlar ve denizdeki tarihi yapılarla eşsiz bir manzara sunuyordu bize Tivat. Sıcaktan bunalmıştık ve bu şahane körfezin güzel bir noktasında denize girmek istiyorduk. Yol üzerinde bir plaj bulduk, güneş bulutların arkasında kalmıştı ve rüzgar şiddetini arttırmıştı. Koyu körfezde rüzgar eşliğinde yüzüp serinledik.
Şahane manzaralar eşliğinde Kotor’a doğru ilerliyorduk, yol üzerinde Prčanj diye bir kasabanın yanından geçerken tarihi yapılar gördük ve orada durmak istedik. Sahil boyunca ağaçlar ve banklar vardı, huzur verici bir manzara sunuyordu bize Prcanj.
Hemen sahilde bir kilise vardı, mimarisini çok beğenmiştik. Google’dan baktığımızda hiç popüler bir yer değildi ama kesinlikle daha çok bilinmeyi hak ediyordu. Prcanj’ın tepesinde Our Lady’s Temple of Prcanj adında bir tapınak vardı, merdivenlerden yavaş yavaş çıktık. Hem alttan görünümü hem de yukardan manzarası görülmeye değerdi.
Merdivenlerin tam ortasında şöyle bir heykel vardı:
En üste çıktığımızda bir sürü heykel ve öncekinden daha açık bir manzara vardı. Orada eserleri inceleyip manzaranın tadını çıkarırken Amerikalı bir turistle tanıştık. Biraz Amerika ve basketbol muhabbeti yaptık 🙂 Tesadüf bu ya Raşit’in Work and Travel yaptığı zaman kaldığı Ohio’da yaşıyormuş, Ohio hakkında biraz konuştular ve sonra Kotor’a doğru yolumuza devam ettik. Prcanj planımızda olmayan ama aşırı keyif aldığımız bir sürpriz oldu.
Yarım saatlik bir yolculuğun ardından Kotor‘a vardık, sahil şeridinde yol manzaraları şahaneydi tabii ki… Kotor’da acayip bir trafik vardı, zor bela arabayı park edip Old Town‘a doğru yürüdük. Old Town‘lar Stari Grad olarak geçiyordu Karadağ’da ve zamanımızı en çok bu Stari Grad‘larda geçirdik.
İşte Kotor Old Town’ın girişi:
Old Town kapısından girdiğim anda büyülendim, sanki zaman makinesiyle geçmişe gitmiş gibiydim. Old Town’ı çevreleyen surlar ve tarihi yaşatan dükkanlar, saat kulesi, çan kulesi, her biri farklı bir deneyim sunan dar sokaklar… Biz bu eski şehri çok sevmiştik, keşke ülkemizde de böyle eskiyi koruyabilseydik 🙁
Ve tabii ki harita pozu 🙂 Gezimiz boyunca hepimiz bu haritalardan aldık ve çoğu yerde işimize yaradı. Old Town’ı keşfetmeye başladık, hem tarihi yapıları inceliyor hem de beğendiğimiz hediyelik eşyalardan alıyorduk. Karnımız acıkmıştı, deniz ürünü yemek istedik ama gitmeyi planladığımız yer rezervasyonsuz almıyormuş. Planı değiştirip övgüyle bahsedilen pizzayı tatmak üzere bir pizzacıya gittik.
Pronto adında pizzacının kapısında kuyruk vardı, içeride oturmak için oturanların kalkmasını beklememiz gerekecekti. Diğer yandan pizzacı dışarıdan dilim pizza satıyordu, onu tercih edersek beklemeden dilim pizzamızı alıp ayakta yiyebilecektik. Biz de yorgun olduğumuz için oturarak rahatça yemek istedik. Sıra beklediğimizden uzun sürmüştü, oturanlar kalkmıyordu 🙂 Camdan içeride oturan insanlara dik dik bakıp rahatsız etmeye çalışma(otobüsteki teyzeler gibi) girişimimiz de işe yaramamıştı 😀 Beklerken bir yandan civarı izliyor eski şehri hissetmeye çalışıyorduk. O esnada ilginç bir şeye rastladık:
Evet camda Türkçe “Vitrinin önünü kapatmayın” yazıyordu. Pizza yedikten sonra uğrayacaktık buraya 🙂 Kuyrukta yaklaşık yarım saat bekledikten sonra içeri girip siparişimizi verdik. Pizzaların çoğunda domuz eti olduğu için çok az seçenek kalıyordu geriye. Sebzeli/peynirli 2 farklı pizza alıp yedik, içeceklerle birlikte 33 € tuttu. Pizzaya gelirsek, güzeldi ama yediğim en iyi pizza değildi. Yani o kadar beklememize değdiğini pek söyleyemeyiz :/
Halı dükkanının içine girip sahibiyle tanıştık, Urfalı bir işletmeciydi. Yazının hikayesini sorduk, o da “Vitrindeki halılara hep Türkler bakıyor vitrini kapatıyordu ben de uyarmaktan sıkıldık böyle bir yazı astım ama bu sefer de yazıyı gören vitrinin önünde duruyor” dedi 🙂 Hava kararmıştı, akşam gözüyle de biraz Old Town’da dolaştık. Yemeğin üzerine tatlı niyetine dondurma aldık:
Moritz adında şık dükkana girdik, Budva’da da rastlamıştık bu dondurmacıya. Açıkçası pek beğenemedik ortalama bir dondurmaydı ve 11€ ödemiştik yani kalitesine göre pahalı bir dondurmaydı 🙁 Sabah ayrı güzel akşam ayrı güzel Old Town… Restoranların arasından geçerken şöyle bir şeye rastladık:
Old Town‘ın ortasında sokak çalgıcısı keman çalıyorken bir turist kalkıp ona eşlik ederek dans etmeye başladı ve herkes bir anda onu izlemek için toplandı. Kendiliğinden gelişen hoş bir an olmuştu ve dünya bir dakikalığına güzelleşmişti 🙂
Surların üstüne çıkıp körfezi ve şehri izlemek istedik. Surların üstüne çıktığımızda ise bir önceki gece Budva’ya giderken merak ettiğimiz şeyin cevabını öğrenecektik. İlk gece rastladığımız ama ne olduğunu anlayamadığımız ışıklar sahilden dağlara yansıtılan güçlü fenerlermiş, bu hem Kotor’da hem de Budva’da yapılıyor:
İşte bu şekilde bir ambiyans oluşturmuşlar 🙂 Işıkların altında toplanan insan topluluğu da denizden müzik çalarak geçen tekneler için orada bekliyormuş. Artık dönüş zamanımız gelmişti, yorulmuştuk. Old Town‘ın etkileyici kapısından çıkar çıkmaz bir ıslaklık hissettik, yağmur yağmaya başlamıştı. Araba çok uzakta değildi, yürürüz çok ıslanmayız diye düşündük. Ve sonra şöyle bir şey oldu:
Yağmur bir anda o kadar şiddetlenmişti ki sırılsıklam olmak için iki saniye yeterliydi. Önce ağaçların altına sığındık ama işe yaramadı çünkü hamleliydi yağmur ve her taraftan ıslatıyordu. Hemen karşıdaki restoranın tentesinin altında yaklaşık 100 kişiyle birlikte yağmurun dinmesini bekledik 🙂
Bekledik, bekledik, bekledik… Baktık bu yağmurun dineceği yok, araca gidelim artık dönelim dedik ve koşarak araca gittik. Öyle ıslanmıştık ki tamamen kurumamız iki gün filan sürdü 🙂 Budva‘ya dönüp üstümüzü değiştik ve Budva Old Town‘a gidip bir şeyler atıştırdık. Yoğun bir gün geçirmiştik, yorgunduk ve ertesi gün erken kalkacaktık, otele dönüp ertesi günü kısaca gözden geçirip uyuduk.
İkinci Gün: Hvala
Tekrardan dobro jutro!
İkinci günün sabahına uyandık, yapacak çok şey vardı. Hızlıca çıkıp Hemingway adındaki restorana gittik. Yumurtalı kahvaltılardan farklı farklı seçerek sipariş verdik. Herkes kendi tabağını gayet beğenmişti yalnız benim tabağımdaki ekmeğin üzerine wasabi sürülmüştü o biraz can sıktı 🙂 3 kişi kahvaltı tabağı ve çaylar toplam 37 € tuttu.
Kahvaltıdan sonra Budva Old Town‘ı gezmeye gittik. Hava çok sıcaktı, gölgelerden mümkün olduğunca yararlanmaya çalışıyorduk 🙂 İşte Budva Old Town girişindeki devasa çan:
Budva Stari Grad‘ı (yani Old Town’ı) önceki gece görmüştük ama şimdi güzelce gündüz gözüyle keşfedecektik. Tarihi sokaklara dalıp etrafı izliyor, hediyelik eşya dükkanlarını geziyorduk. Gezerken birkaç Türkçe kelime duyduk, bir müddet sonra da Türklerden oluşan bir tur grubuna rastladık. O gün Old Town‘ın yarısı Türk’tü sanırım 🙂
Old Town sokaklarının bir fotoğrafını da bırakalım şöyle 🙂 Sindire sindire geziyorduk, kağıt haritayı inceleyerek sırayla uğruyorduk tarihi yerlere. Öğle vakti gelmişti, Pazar günüydü bu da sağlam bir çan sesi duyacağımız anlamına geliyordu. Çanlar öyle bir yerde çalmıştı ki tam iki kilisenin arasındaydık, güzel bir ambiyansa şahit olmuştuk.
Çanlar bir yandan çalarken Holy Trinity Kilisesi‘ne girdik, mimarisi, kapısındaki işleme, iç duvardaki resimler şahaneydi. Gördüğüm en güzel kiliselerden biriydi.
Bu da iç kısmı:
Gezmeye devam ediyorduk, meydandan geçerken bir karikatürist bize “karikatürünüzü çizeyim mi” diye sordu biz de pahalı bulduğumuz için pek yanaşmadık. Yanında resim yapan biri daha vardı, Raşit de hobi olarak resim çizdiği için muhabbet etmeye başladılar. Ressam Rus‘muş, bu tarz yerlerin resimlerini çizip satıyormuş.
Eserlerini çok beğendik ve sanatsal bir fotoğraf çektik 🙂 Old Town‘daki belki her sokağa girdik, karış karış gezdik. Şöyle bir yola rastladık ve çok hoşumuza gitti:
Antika dükkanı, resim sergisi, hediyelik eşya dükkanı ne varsa girip inceliyorduk 🙂 Görecek hiçbir yer bırakmadıktan sonra bir sonraki durağımıza doğru yola çıkmanın vakti gelmişti. Old Town kapısının orda son bir fotoğraf çekildik, bakın bakalım tanıdık gelecek mi poz 🙂
İstikamet belki de Karadağ denilince ilk akla gelen manzara: Sveti Stefan 🙂
Yaklaşık yarım saatlik güzel manzaralar eşliğinde araç sürdükten sonra adaya vardık. 364 kişinin yaşadığı ve dışarıdan girişin olmadığı çok özel tarihi bir adaydı burası. Ada’nın tarihi 1400’lü yıllara dayanıyor, Türk’ler ve korsanlardan korunmak amacıyla surlar örerek sığınmışlar bu adaya. Şimdi ise adayı Aman adında bir otel zinciri satın almış ve adaya girişler yalnızca otelde rezervasyon yapılarak mümkünmüş. Otele baktım, aşırı lüks yapılmış, geceliği 1300 €, ünlüler konaklıyormuş burada…
Aracı park edip plaja geçtik, plaj fiyatlarını görünce şaşırmıştık çünkü oldukça pahalıydı. Sonra ücretsiz bir plaj olduğunu öğrenip Halk Plajına kurulduk ve yüzdük, deniz aynı deniz 😀 Burada da yine çok Türk vardı, her yerden Türkçe sesler duyuyorduk 🙂 Denizi gayet beğendik, önceki gün girdiğimiz denize göre daha durgun ve daha berraktı. Açıklarda suyun altına baktığımızda yanımızdan yüzen renkli balıkları görebiliyorduk.
Yüzerek adanın köşesindeki kayalıklara gittik ve orada bir miktar dinlenip kayalardan adaya göz gezdirdik. O esnada 10 yaşlarında iki çocuk geldi yanımıza ve kayanın üstünden olta atmaya başladılar, iki üç dakika geçmişti ki çocuğun elinde balık gördük, sonra balığı cebine koydu, oltasını suyun üstünde tutarak kıyıya doğru yüzdü çocuklar 🙂
2 saat kadar yüzüp güneşlendikten sonra tekrar yola çıktık. Plaja para vermemiştik ama otopark 16 € tutmuştu. Sıradaki durağımız Petrovac adında bir sahil kasabasıydı. Denize paralel bir şekilde, yeşil ve mavi manzaralar eşliğinde araç sürdükten sonra Petrovac’a ulaştık. Sahilde yürüyerek güneşi batırdık ardından akşam yemeği için Fortuna adında bir restorana gittik. Deniz ürünü yemek istiyorduk, ahtapot ızgara, ton balıklı makarna ve salata yedik. Hepsi çok güzeldi, özellikle ahtapotu çok beğendik. İçeceklerle birlikte akşam yemeğimiz 49 € tuttu.
Geç olmadan kalkıp yola çıktık, akşam Podgorica’da kalacaktık ve ertesi sabah aracı teslim edip uçağa binecektik. Podgorica yolu yaklaşık bir saatten fazla sürdü ve yol çok kötü olduğu için hiç keyif alamadık maalesef :/ Podgorica’da yalnızca bir gece kalacağımız için uygun bir yerde kalmak istedik, 5/6 saat uyuyup kalkacaktık sadece. Korzo Apartmani diye apartta bir daire tutmuştuk, 1000 TL ödedik toplamda. Beklentimiz çok düşük olmasına rağmen çok beğenmiştik daireyi, hem sade ve şık tasarımı hem de oldukça merkezi bir yerde olması fiyat/performans açısından bizi gayet tatmin etti.
Daireye yerleştikten sonra son son etrafı gezelim dedik ve dışarı çıktık. Çok zamanımız yoktu hızlıca bir göz gezdirip dönecektik. Dışarı çıkar çıkmaz sokak müziği karşıladı bizi:
Biraz şehir merkezini turladık ve çok beğendik, keşke daha erken gelseydik dedik. Podgorica’da diğer şehirler kadar doğa güzelliği yok ama tarihi yapıları ve mekanları oldukça güzel. Yürürken kiralık scooter gördük, yanına yaklaşınca Türk markası Hop olduğunu fark ettik. Hemen uygulamayı indirip kiraladım ve Raşit’le turladık 🙂
Akşam serinliğinde scooter sürmek iyi geldi 🙂 Sonrasında videoda arkada çıkan Hard Rock Cafe‘ye gittik. Kotor ve Budva’da Hard Rock Shop görmüştük, içine de girip bakmıştık ama kafe olarak ilk kez girecektik. İçerisinin tasarımını çok beğendik, her şey rock’a yönelik tasarlanmıştı 🙂
Shop kısmından bir çanta beğenip aldım, tam gezgin çantası, hem de katlanabiliyor, 29€ tuttu, yanında da bir kalem hediye ettiler 🙂 Enes de bir tişört aldı sonra oturduk, sipariş verdik. Geç olduğu için mutfak kısmı kapalıydı o yüzden yiyecek alamadık bir şeyler içip kalktık. Daireye dönüp son hazırlıkları yaptık ve Karadağ’daki son gecemizin tadını çıkararak uyuduk.
Üçüncü Gün: Doviđenja
Her şeyin bir sonu olduğu gibi güzel gezimizin de sonu gelmişti… Apart sahibi mesaj attı, kişi başı 0,90€ şehir vergisi varmış, bazı oteller bu parayı fiyatın içine gömüyormuş ama bu ayriyeten alıyormuş. 2,70€ masanın üzerine bıraktık 🙂 Erkenden kalkıp yola koyulduk, kahvaltı yapamamıştık, yol üzerindeki bir fırından kruvasan aldık. Aracı aldığımız yere teslim ettik, çalışanlardan biri bizi havalimanına bıraktı. Havalimanına giriş yaptık ki bir de ne görelim içeride curcuna var! Check-in‘imizi yaptık ve sıraya girdik, sıra o kadar uzundu ki terminali baştan sona sarıyordu. Elimizde biniş kartlarımız beklemeye başladık, yarım saat geçti sıra hiç ilerlemedi!
Uçağın kalkış saati gelmişti ama sırada önümüzde belki 200 kişi vardı ve sıra ilerlemiyordu. Sırada Sırbistan, Polonya ve Kazakistan uçuşlarının yolcuları da vardı. Sonra görevliler sadece İstanbul gelsin diye bağırdı, kalabalığı yararak kontrol noktasından geçtik. Hava tarafına geçiş noktası o kadar o kadar acemice yönetiliyordu ki sivil 3/4 kişi kafalarına göre kontrol yapıyordu. Ne polis vardı ne güvenlik, 20’li yaşlarda kot pantolonlu çocuklar arama yapıyorlardı. Hayatımda gördüğüm açık ara en kötü havalimanıydı. Saatte bir uçağa hizmet verecek kapasiteye sahip olmalarına rağmen(o da şüpheli) saatte 4 uçağa slot vermişler. Görevliler aşırı acemi, terminal, apron ve yer hizmetleri ekipmanları çok yetersiz… Yani buraya o kadar kızgınım ki aklıma geldikçe sinirleniyorum. Gergin olmamamızı tetikleyen bir diğer unsur da İstanbul’a indikten sonra işe gidecek olmamızdı. Neyse geç de olsa uçağa geçtik, o kadar acemiliğin ve gerginliğin üzerine işinin ehli kabin ekipleri tarafından sıcak bir karşılama iyi gelmişti.
Kısa ve güzel bir uçuşla İstanbul’a indik oradan işe geçtik, hafif yorgunluk vardı üzerimizde ama kesinlikle fazlasıyla değmişti. Şimdi genel değerlendirmelerimi yapıp kapanış yapacağım.
Karadağ’ı genel olarak çok beğendik. En beğendiğimiz yanı doğasıydı şüphesiz. Bazı şehirlerinin yaşattığı hissiyat gerçekten özeldi. Deniz tatili için ideal bir ülke, denizler temiz ve plajlar güvenli. İnsanlar anlayışlı ve turist dostu. Yemekler kaliteli ve fiyatlar da Türkiye ortalamasında. Gel gelelim tüm bunların yanında ülkede altyapı sorunu var, yani son yıllarda çok popüler hale geldiği için o kadar kalabalığı kaldıramıyor ülke. Yollar bozuk, trafik var ve otopark başlı başına bir problem.
Masraflarımız:
180€ araç kiralama + 10€ yakıt
10€ Simkart
165€ konaklama
35€ otopark + yol parası
170€ Yeme, içme, atıştırmalık
Kısa soru cevap yapalım şimdi de;
Karadağ’a nasıl gidilir?
-Geçerli süresi olan pasaportunuzla vizeye ihtiyaç duymadan Karadağ’a seyahat edebilirsiniz.
Karadağ’a hangi havayolları uçuyor?
-Karadağ’a İstanbul Havalimanı’ndan Türk Hava Yolları, Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan Pegasus uçuş gerçekleştiriyor. Bunun yanı sıra Air Montenegro’nun da uçuşları mevcut. Kampanyaları denk getirip iç hat fiyatına Karadağ’a uçabilirsiniz.
Karadağ’da hangi havalimanlarına uçuş var?
Karadağ’da Türk Hava Yolları ve Air Montenegro Podgorica ve Tivat havalimanlarına, Pegasus yalnızca Tivat Havalimanı’na uçuyor.
Karadağ’da hangi dil konuşuluyor?
Karadağ’ın resmi dili Karadağca’dır, Sırpça’ya çok benzer. Halkın büyük çoğunluğu İngilizce biliyor, anlaşma konusunda problem olmuyor.
Karadağ pahalı bir ülke mi?
Hayır, Euro kullanıldığı için pahalı gelmesine rağmen Türkiye ile çok yakın fiyatlara sahiptir. Ortalama seviyede bir gezi için günlük kişi başı 75€(araç, konaklama, yemek dahil) fazlasıyla yetecektir.
Karadağ gezisi için kaç gün yeterli?
Sahil şeridindeki popüler yerleri gezmek için 3 gün yeterlidir, detaylı bir gezi için bir hafta ayırmak gerekebilir.
Karadağ’a ne zaman gidilir?
Deniz için gidiyorsanız yaz mevsimleri idealdir fakat oldukça kalabalık yazın. Kışın giden arkadaşlarım da oldu onlar da memnun kalmıştı ama bana sorarsanız biraz sezon sonu ve denize girilebilen bir zamanda(Örneğin Eylül sonu veya Ekim) gitmek en mantıklısı 🙂
Seyahatimiz için mükemmel detaylı bir plan hazırlayan Enes‘e ve seyahat boyunca en önemli sorumlulukları alıp bize yardımcı olan Raşit‘e teşekkürlerimi sunuyorum…
Uçuş haritama göz atmak için tıklayın 🙂
Bir sonraki seyahatte görüşmek üzere 🙂
Ve son olarak baştan sona Karadağ gezimizin özeti olan video:
4 thoughts on “Karadağ – Montenegro – Црна Гора”