Madrid – Barcelona – España
Hola!
İspanya gezimi anlatmak üzere tekrardan karşınızdayım! Son gezilerim olan Azerbaycan ve İtalya’yı okumak için linklere tıklayabilirsiniz.
Nereden çıktı bu İspanya?
Yaz bitmeden(ve schengen vizem bitmeden) sıcak bir yere gitmek istiyordum. İtalya’ya daha önce gittiğim için Portekiz ve İspanya arasında kaldım. Madrid’de arkadaşım olduğu için ve İspanya’yı daha çok merak ettiğim için İspanya’yı seçtim. İspanya hakkında neler biliyoruz peki? Futbol, boğa, Endülüs hepimizin bildiği şeyler. Zaten futbol gurmeleri İspanya’nın çoğu şehrini takımlardan biliyordur. Çocuklar Duymasın dizisindeki o sahneyi(izlemek için tıklayın) hatırladınız mı 😀
Planlama Aşaması
Hangi şehre gidecektim, kaç gün kalacaktım? Thy’nin İspanya’da 5 noktaya uçuşu var, bunlar; Madrid, Barcelona, Valencia, Bilbao ve Malaga. Elbette güneyde Endülüs bölgesini veya kuzeyi de görmek isterdim fakat önce en önemli iki şehri seçerek gezimi dört gün Madrid, dört gün Barcelona olarak planladım. Analia’ya danışarak Madrid planına bir gün de Toledo ekledim. Gitmeden önce kalacağım yerleri ayarladım, Madrid’den Barcelona’ya gidiş için tren biletimi aldım ve Real Madrid maçı için de bilet aldım. Maç kısmını detaylı anlatacağım, 4. günü bekleyin 🙂
Sim için yine Airalo’dan E-Sim aldım. İspanya için E-Sim fiyatları diğer ülkelere göre daha ucuz o yüzden 5 GB’lık paket aldım. Ziyadesiyle yetti hatta dönüşte 3 GB internetim kalmıştı 🙂
Siz de 3$ indirim kazanmak isterseniz KAZIM5525 kodunu kullanabilirsiniz.
İspanyolca?
Arjantin’e gittikten sonra İspanyolcayı çok sevdim ve öğrenmeye başladım. Duolingo’dan çalışmaya başladım ve Arjantin‘den döndükten sonra mutlaka her gün İspanyolca için Duolingo’ya girdim. İspanyolca müzikleri sözleriyle birlikte dinliyor, İspanyolca konuşan arkadaşlarımla pratik yapıyordum. Fakat şöyle bir durum vardı, Arjantin aksanıyla İspanya(Madrid) aksanı arasında biraz fark var. Örneğin Arjantin’de(Buenos Aires aksanı) çift l ş diye telaffuz edilirken İspanya’da y diye telaffuz ediliyor. Örneğin; Ella, Buonos Aires “Eşa” diye söylenirken İspanya’da “Eyya” diye söyleniyor. Güney Amerika’da bazı ülkelerde(Kolombiya, ise çift l ve y ‘J’ diye söyleniyor, yine aynı kelimeden örnek verecek olursak: Ejja. İspanya’da Endülüs(Arap) etkisi sebebiyle c ve z harfleri peltek okunuyor. Arjantin gezimin üzerinden yaklaşık 9 ay geçmişti ve İspanyolcam fena sayılmayacak seviyede ilerlemişti. Sipariş, alışveriş ve günlük kısa sohbetleri rahatça halledebiliyordum.
O zaman ünlü İspanyol şarkıcı Juanes’in La Camisa Negra şarkısını dinleyelim ve başlayalım!
Şarkıda aşk acısından bahsediyor ama dans ediyor 🙂
Birinci Gün: ¡Vamos!
Erkenden kalkıp saat 10’daki uçuşuma yetişmek için hazırlandım. Büyük bir heyecanla havalimanına gittim, bir saat gecikme olduğunu öğrendim yine de heyecanımı kaybetmeden uçağı bekledim. Bu arada uçuşlardaki gecikmelerin en büyük sebepleri Avrupa’daki havalimanlarından dönen uçaklar. Yani uçağınız geciktiyse muhtemelen Avrupa’dan dönmüştür ve döndüğü havalimanında kapasite(slot) problemi veya grev vardır. Klasik pasaport pozundan çekerek uçağa geçtim.
Uçağa bindim, yan koltuğumda oturanlar bir tur grubuydu. Önümde tur lideri genç biri vardı, 15/20 kişilik grubu organize ediyordu. Anladığım kadarıyla İstanbul’u gezmişler, çok memnun kalmışlar, güle oynaya İspanya’ya dönüyorlardı. Tam o esnada bir anons geldi, kaptan uçağımızın değişeceğini söyledi. Uçaktan inip başka bir kapıya geçtik, bir saat kadar beklememiz gerekiyordu. Bekleme salonunda otururken yine o tur grubunun yanına düşmüştüm, tur lideri de tam yanımda oturuyordu. Yavaştan sıkılmaya başlamışken şöyle bir şey oldu:
Tur lideri, gitarını çıkardı ve beklerken bizi neşelendirdi. Şarkıyı hatırladınız mı? Meşhur Arap şarkısı Bint El Shalabiya, şarkıya dair söylenecek çok şey var ama bir gün Arap coğrafyasına gezi yaparsam o yazımda bahsederim, şimdilik geçelim. Gitar çalan kişinin ismi Muhammed, sonra kendisiyle tanıştık hatta İstanbul’da buluşup küçük bir gezi yaptık. Bu olay için şöyle diyor: Herkesin sıkıldığını farkettim ve bir şeyler çalıp ortama eğlence katmak istedim. Gitar kutumu da instagram ismimi paylaşmak için açtım ama kısa sürede çok para atıldı, bunu beklemiyordum 🙂
Neşeli bir şekilde uçağımıza bindik ve havalandık.
Uçuş yaklaşık 4 saat sürecekti, İspanya’nın bu kadar uzakta olduğunun farkında değildim 🙂 Film izleyerek zaman geçirmek istedim ve IFE sisteminden Dolunay Katilleri adlı filmi açtım, 3,5 saatlik bir filmdi ama bitiremedim… Uzun sayılabilecek bir uçuşun ardından Barajas havalimanına iniş yaptık. Arkadaşım Analia arabasıyla beni kapıda bekliyordu, uçuş geciktiği için onu da biraz bekletmiş oldum 🙁 Hızlıca bir Arjantin pastanesine gidip alfajores ve empanada aldık. Arjantin yazımı okuyanlar bunların ne olduğunu çok iyi bilir 🙂 Sonrasında da Retiro parkı‘na doğru yola çıktık. Burası Madrid’in merkezinde çok eski ve çok büyük bir park. Parka girerken Puerta de Alcalá‘yı da görmüş oldum.
El Retiro‘ya girip bir banka oturduk, Analia çantasından termosunu çıkarıp mate hazırladı. Bir Arjantin’li her zaman her yer mate içebilir 🙂 Pasteneden aldığımız şeyleri yiyip mate içtik ve sonra parkta yürüyüşe çıktık.
Huzur verici bir parktı, daha fazla kalmak isterdik fakat akşam olmuştu ve ben acıkmıştım. Aslında planda bu parktaki gölette kayığa binmek vardı fakat rötar sebebiyle parka geç gittiğimizden yetişemedik. Roma’da Villa Borghese’deki gölette kayığa binmiştim hatırlıyorsanız, buradaki gölette de bir tur atmak istedim ama olmadı, bir sonraki sefere artık…
Bir şeyler yemek için bir kafeye girdik pincho solomillo adında ekmek arası et fileto gibi bir sandviç ve patatas bravas yedik.
Görselde küçük gözükse de ekmeği zor bitirdim, oldukça doyurucuydu. Yemekten sonra Analia beni metro istasyonuna bıraktı ve kendi ulaşım kartını verdi. Metroya bıraktı çünkü Madrid’de kanuna göre elektrikli olmayan araçlar şehir merkezine giremiyor. Ben de birkaç durak giderek hostelime ulaştım ve check-ini yaptım. Kaldığım hostelin adı Onefam Sungate Hostel Madrid Hosteli gayet beğendim, odalar yeterince büyük, banyolar temizdi. En güzel tarafı da her gün katılabileceğiniz etkinliklere sahip olmasıydı. Her sabah ücretsiz yürüyüş turu, günübirlik Toledo gezisi, pub crawl etkinlikleri mevcut.
Odama yerleşip günü bitirdim. İlk gün geç geldiğim için pek bir şey yapamadım ama diğer günler bunu telafi edecektim elbet. Başlıkta Vamos! yazdım, bu kelime hem İspanyolca’da hem Portekizce’de “haydi” anlamına geliyor.
İkinci Gün: El Rey!
İkinci günün sabahından herkese buen día!
İlk olarak size uyandığım manzarayı göstermek istedim. Kaldığım hostel böyle bir caddede yer alıyordu. Erkenden kalkıp duş aldım ve kahvaltıya indim. Hostelde ücretsiz çay kahve çeşitlerinin yanında, churros, muffin, kruvasan ve elma da bulunuyordu. Hızlıca bir şeyler atıştırdım ama fazla yemedim çünkü Analia’yla birlikte kahvaltı yapacaktık. Analia bana “Sol meydanında bekle ben metrodayım geliyorum” dedi. Size bu meydanı detaylıca anlatacağım ama şimdi değil, akşamı bekleyin 🙂 Analia’yla birlikte La Mallorquina adında bir kafeye gittik. Burası 1894‘te kurulan çok eski ve meşhur bir kafe. Tam sipariş veriyorduk ki yan masaya kremalı bir çöreğin geldiğini gördüm, Analia’ya çocuk gibi göstererek “bundan da istiyorum” dedim ve o da garsona iletti 🙂
Soldakinin adı Napolitana, ortadaki kremalı felaket çöreğin adı Bambas de Nata, sağdaki de Barrita con Tomate. Leziz bir kahvaltı yaptık ve toplam 12 € tuttu. Normal mi pahalı mı siz karar verin. Kahvaltıdan sonra yola koyulduk, Madrid’in önemli meşhur mahallelerini sırayla gezecektik. Bunlar; La Latina, Malasaña ve Chueca.
La Latina mahallesinden gezimize başladık. Burası yeme-içme mekanları ve pazar günleri yol boyunca kurulan pazarcı tezgahlarıyla dolu aşırı kalabalık bir bölge. Burada tezgahları gezip babaannem için bir yelpaze, arkadaşlarıma ve kendime magnet aldım. Uygun fiyata bol çeşidin bulunduğu bu yer, belki de hediyelik eşya almak için en uygun yer diyebilirim.
10€’ya şöyle bir atkı gördüm, bu sezonki numarası(15) var mı diye sordum, yok dedi, olsa alacaktım. Adam nereli olduğumu sordu, Türküm diyince “Anlamıştım zaten, Türkler Arda ve Ronaldo için deli oluyor” dedi 🙂
Sonrasında meşhur bir kapalı pazar yeri olan San Fernando‘ya gittik. Burada hem restoranlar hem şarküteri dükkanları var ve İspanya’ya özgü ürünler satılıyor. Burayı gezerken acıktığımızı fark ettik ve bir şeyler yemek için oturduk.
Belki de İspanya’nın en meşhur ikilisi; Tortilla ve Tapas. Tortilla bildiğimiz omlet 🙂 İspanyol omletinin(tortilla de patatas) mantarlı, etli, domatesli gibi birçok çeşidi var, ben genelde sade patatesli olanından yedim. Tapas ise meze, bir sürü çeşit tapas var, görseldeki gibi top şeklinde olan çeşitleri en çok tercih edilenler. Buradaki hesap içeceklerle birlikte toplam 13€ tuttu.
Analia bizi rehberli bir Madrid turuna kaydetmişti, tur akşam 6’da başlayacaktı. Biz de biraz dinlenmek ve tur için enerji depolamak için Rio parkına gittik. Bu park Retiro kadar ünlü olmasa da nehrin kenarında hoş, sessiz bir yerdi. Çimenlerde oturup müzik dinledik ve sohbet ettik. Yürürken dikkatimi çeken rögar kapağını size göstermek istiyorum.
Ben bu rögarlara kafayı taktım, son üç gezimde bunları inceliyor fotoğraflarını çekiyorum 🙂 Peki neden? Çünkü rögar kapakları bize bir şehirle ilgili önemli ipuçları verebilir. Fotoğraftaki amblemi aklınızda tutun birazdan oraya döneceğiz. Tur için Sol meydanına gittik, turun başlamasını beklerken meydanda dans eden bir gruba rastladık.
Bu dans Madrid’in geleneksel El Chotis dansı, erkeğe chulapo, kadına ise chulapa diyorlar. Bu güzel dans gösterisinin ardından tur liderimiz Miguel bizi topladı ve turumuz başladı. Miguel o kadar iyi bir rehberdi ki ilk saniyeden son ana kadar hiç sıkmadan, hepimizle ayrı ayrı ilgilenerek ve muhteşem bir zamanlamayla turu yönetti. Turumuza İspanya Kralı III. Carlos‘un heykeliyle başladık.
Burası Madrid’in buluşma noktası, Kadıköy’deki boğa heykeli gibi yani 😀 Bu adam yani III. Carlos Puerta del Sol’u inşa ettiren Kral. Sol İspanyolcada güneş demek, meydan da güneş gibi tasarlanmış ve güneş ışınlarını temsilen dikine caddeler oluşturulmuş. Daha sonra rehberimiz bize Sol meydanındaki yılbaşı geleneğini anlattı. Madridliler yılbaşı gecesi bu meydana gelip yılın her ayını temsilen 12 tane üzüm yiyormuş ve öyle yeni yıla giriyormuş.
Meydandaki bir diğer simge ise El kilómetro Cero yani 0 kilometre. Sol meydanındaki bu levha Madrid’deki karayollarının başlangıç(sıfır) noktası kabul ediliyormuş. Çok sıra olduğu için orada durmadık, ben başka bir gün gece vakti kimse yokken gidip bakmıştım levhaya, bence çok bir esprisi yok tabi 🙂
Ve geldik Madrid’in simgesine:
Şimdi anladınız mı neden buraya rögar fotoğrafı attığımı?! 😀 Evet bu ayı ve kocayemiş ağacını Madrid’in her yerinde görmeniz mümkün. Dişi bir ayı kocayemiş(çilek diyen de var) ağacından meyve yiyor. Bu simge bu yazıda bir yerde daha çıkacak, bekleyin…
Sol meydanındaki her şeyi gördükten sonra saraya doğru yürümeye başladık. Palacio Real de Madrid yani Madrid Kraliyet Sarayı. Devasa sarayı boydan boya yürüdükten sonra rehberimiz “sizce bu sarayda kaç oda vardır” diye sorarak bizden tahmin etmemizi istedi. 500 diyen oldu 1000 diyen oldu ama kimse doğru bilemedi. Tam 3418 odası varmış! Dünyada daha fazla odaya sahip başka bir saray var mı bilmiyorum, biraz araştırdım fakat bulamadım.
Saraya turist olarak girip ziyaret edebiliyorsunuz, giriş ücretli. İspanya’da krallık temsili olsa da halen devam ediyor. Kral VI. Felipe, varisi ise Prenses Leonor. Leonor İspanyollar tarafından sevilen bir prenses, tahta çıktığında 200 yıl aradan sonra İspanya’da hüküm süren ilk Kraliçe olacak.
Turumuza devam ettik, yürürken bir yandan Miguel’le konuşuyorduk. O kadar komikti ki yol boyunca gülmekten geçirdi bizi 🙂 Bir de Arjantinli olduğunu öğrenince daha bir kanımız ısındı ona. Sıradaki durağımız Almudena Katedrali! Burası sarayın hemen yanında yer alan bir kilise. Tur rehberimiz kilisenin kapısının önünde bizi toplayıp tarihini anlattı.
Şu sanata bakar mısınız! Kapıyı uzunca inceledikten sonra katedralin içine girdik. Pazar günü olduğu için içeride ayin vardı, ilk defa kalabalık bir ayine denk geldim. Sessizce katedralin içerisini gezdikten sonra son durağımıza doğru yürümeye devam ettik. Rehberimiz zamanlamayı öyle ayarladı ki son durağımız tam günbatımına denk geldi ve şöyle bir manzara ortaya çıktı:
Burası Debod Tapınağı, hikayesi ise şöyle: Mısır’da Nil Nehri üzerine bir baraj yapılma kararı alınıyor ve bu barajın etkileneceği bölgelerdeki tarihi eserler için Unesco tüm dünyaya uluslararası çağrı yapıyor. Bu eserleri ülkenize kabul edin ve yok olmaktan kurtarın diyor. Bu çağrıya Avrupa’dan birkaç ülke ve ABD kulak veriyor, ilk olarak da Debod Tapınağı Madrid‘e taşınıyor. Hafif tepe bir noktada yer alan bu tapınak, gün batımında güzel bir manzara sunuyor. Kesin gidilmeli mi diye sorarsanız pek tavsiye etmem ama Kraliyet Sarayı’na gelmişken uğranabilir yakın zaten 🙂
Ve turumuz bitti, kurt gibi acıkmıştık, güzel bir yer bulmak için sağa sola bakınmaya başladık. Yürürken Don Kihote‘nin heykeline rastladık.
Neden Kihote yazdığımı ve detayları ertesi gün anlatacağım şimdilik sadece heykele göz atmanızı istiyorum. Yemek için bir süre gezindik çünkü Analia vejeteryan ve ben de et yemek istiyordum ama domuz eti olmaması gerekiyordu. İkimizin de bir şeyler yiyebileceği bir yer bulmak için biraz zaman harcadık ve sonunda Pez Tortilla adında meşhur bir yere girdik.
Kıymalı tortilla yemek istedim ama yalnızca domuz eti varmış o yüzden 2 tane sade tortilla yedim. Bu arada İspanya’da garsonlar çok yavaş ve hiç çözüm odaklı değiller. Neyse, bu konunun da detayına ertesi gün gireceğim 🙂 Omletleri yedim ama doymadım maalesef, Analia’ya “benim adam akıllı bir şey yemem lazım” dedim ve çıkıp başka bir yere geçtik. Buradaki omletler ve içeceklerle toplam 14€ tuttu.
El Lugar De Martina adında bir restorana gittik, günün tüm koşuşturması ve Pez Tortilla‘daki kalabalık ve gürültülü ortamdan sonra buranın sakinliği bize çok iyi geldi. Somon balıklı bir yemek söyledim, Analia da sebzeli, peynirli bir tabak aldı. Afiyetle yedik 🙂 Burada karnımızı doyurduk ve uzunca sohbet ettik. Yemekten sonra hostele doğru yürürken Analia “Bekle, burada fotoğrafını çekmem lazım” dedi ve binanın üzerindeki Schweppes reklam panosunu gösterdi. Bu ışıklı reklam panosu çok meşhurmuş ve Madrid’in simgelerinden biriymiş. İşte o fotoğraf:
Analia beni hostele bıraktı ve ertesi sabah için sözleşip ayrıldık. Buenas noches, dulces sueños!
Üçüncü Gün: Toledo!
Buenos dias! Erkenden kalkıp hostelde kahvaltımı yaptım ve Analia ile buluşmak için metroya bindim. Kırmızı metronun son duraklarında indim Analia beni arabasıyla aldı ve Toledo’ya doğru yola çıktık.
Yol boyu İspanyolca şarkılar dinledik, arada Türkçe şarkılar da açtım 🙂 Yol üzerindeki tabelaları okuyor, bildiğim şehir tabelalarına rastlayınca heyecanlanıp Analia’ya bak ben bunu biliyorum diyordum. Peki nereden biliyordum? Tabi ki futboldan 🙂 Bir saatlik yolculuk sonrasında Toledo‘ya vardık. Saat 12:00’de bir yürüyüş turuna katılacaktık. Turdan önce Analia hemen mate çayını hazırladı 🙂
Size kısaca Toledo’yu anlatayım. Toledo İspanya’nın 17 özerk bölgesinden Kastilya-La Mancha‘nın başkentidir. İspanya’daki 17 özerk bölgeye Kuzey Afrika’daki Kanarya Adaları ve Akdeniz’deki Balear Adaları dahil. Aynı zamanda Kuzey Afrika’da(Fas‘ın içinde) 2 özerk şehri bulunmakta. Turumuz başladı, yaklaşık 10 kişilik bir grupla yürümeye başladık. Tur rehberi bize şehrin tarihini, farklı dinlere ev sahipliği ettiğini ve şehrin defalarca kuşatıldığını anlattı.
Toledo’nun surlar içerisindeki tarihi şehri(old town) dar sokaklar ve yokuşlardan oluşuyor. Yokuş yukarı bu dar sokaklardan yürümekten çok keyif aldım çünkü old townlara bayılırım! Şehrin sanat ve tarih kokan yapısı da güzelliğine güzellik katıyordu. Yukarıda gördüğünüz görsel Toledo Katedrali‘ne ait, yapımı 200 yıl süren bu katedral Unesco Dünya Mirası listesinde yer alıyor.
Turumuz devam ederken rehber bize mazapan diye bir tatlıdan bahsetti ve alabileceğimiz en iyi dükkanı da önerdi. Mazapan dünyanın birçok yerinde farklı isimde yer alan fakat Toledo‘ya özgü olduğu belirtilen bir badem tatlısı. Ben de hem ailem hem iş arkadaşlarım için mazapan alıp götürdüm. Daha sonra rehberimiz bize Toledo’nun meşhur çeliğinden bahsetti. Aşırı sertliğiyle nam salan Toledo çeliği, birçok ordunun silah ihtiyacını karşılamış ve hatta Game Of Thrones dizisindeki kılıçlar da burada üretilmiş.
Turumuz Toledo meydanda sona erdi. Meydanda bir yazarın heykelinin önünde fotoğraf çekilirken tur grubumuzdan bir çift “bizi de çeker misin” diye rica etti. Ben de memnuniyetle çektim:
Bir önceki gün Madrid’de heykelini paylaştığım Don Kihote‘nin yazarı Miguel de Cervantes. Bu heykel neden burada? Çünkü ünlü roman Don Kişot‘un asıl adı Don Quijote de la Mancha yani La Mancha’lı Don Quijot‘tur ve hikaye Toledo şehrinde geçmektedir. Peki İspanyolca Don Quijote “Don Kihote” diye okunmasına rağmen dilimize neden Don Kişot diye geçmiştir? Çünkü roman Türkçe’ye Fransızca’dan çevrildiği için telaffuzunu da Fransızca olarak uyarlamışlar. Ben bunu öğrendiğimden beri Kişot yerine Kihote demeye başladım, siz de öyle yapın bence 🙂 Hollandalı bu tatlı çiftin fotoğrafını çektikten sonra “biz bir şeyler yiyeceğiz, katılmak ister misiniz” diye sorduk ve onlar da sevinerek kabul ettiler.
Yemek için güzel bir restoran ararken yine turdan iki Yahudiyle karşılaştık, onlar da bize katılmak istedi ve altı kişilik karma bir ekip olduk. Toledo küçük ve çok turistik bir yer olduğundan boş restoran bulmakta biraz zorlandık. Uzun bir uğraştan sonra Ave Fénix adında bir restorana girdik. Bu restoranda İspanya’nın birçok yerinde olduğu gibi menu del dia yani günün menüsü konsepti vardı. Menüden birer tane ana yemek, yardımcı yemek ve tatlı seçip sabit ücret ödüyorsunuz. Ben balık, croquetas(con patatas) ve Natillas seçtim, içecek ve ekmek de yanında geliyor.
Öncelikle yemekler mükemmeldi, İspanya’da yediğim en güzel yemekler arasına yazarım! Sorun neydi diye sorarsanız, aşırı gevşek ve gıcık garson… 6 kişiyiz ve birlikte oturmak istiyoruz, garson bize 6 kişilik masam yok diyor. 4 ve 2 kişilikleri birleştir diyoruz, imkansız birleştirirsem koridor kapanır diyor, halbuki masa en sonra kapatacağı hiçbir yer yok 🙂 Açlıktan ölmüşüz yemek bekliyoruz garson bizle şakalaşıyor, uzun uzun bir şeyler anlatıyor. Güzel yemeğin ve ortamın hatırına sakinliğimi korudum 🙂
Yemek yerken çok hoş bir sohbet ortamı oluştu, hepimiz kendi ülkelerimizle ilgili bir şeyler anlatıyorduk. Hollandalı çift daha önce İstanbul’a geldiklerinden bahsettiler, Yahudiler ise Sefarad Yahudisi olduklarından ve devamlı Türk dizisi izlediklerinden bahsettiler. Masada 3 farklı dinden 4 farklı milletten 6 kişiydik ve saygı dolu hoş bir sohbet çevirdik. Buradaki hesap 16€ tuttu.
Yemekten sonra dağıldık ve Analia’yla Old Town‘ı bir kez daha dolaştık. Şöyle dar ve tarih kokan sokaklara bayılıyorum:
Saat çok geç olmadan yola çıkmak istiyorduk çünkü Madrid’e dönmeden önce Aranjuez’e de uğrayacaktık. Gitmeden önce Toledo’nun meydanında o meşhur pozdan verdim:
Toledo’dan güzel hatıralarla ayrılıp Aranjuez’e doğru yola çıktık. Yaklaşık 40 dakikalık araba yolculuğundan sonra yine Toledo gibi tarihi bir şehir olan Aranjuez‘e vardık. Burada görülecek birçok yer vardı ama zamanımız olmadığı için önce Aranjuez Kraliyet Sarayı‘na gittik, bu şehir için gerçekten çok büyük bir saraydı. Oldukça büyük…
Hava kararmadan önce Prens’in Bahçesi(Jardín del Príncipe)‘ye gidip biraz yürüdük. Analia yanında fotoğraf makinesini getirmişti, bir sürü fotoğraf çektik. İşte o pozlardan bir tanesi:
Güneşi bu güzel bahçede batırdıktan sonra Madrid’e doğru yola çıktık, bir saat süren yolculuğun ardından Analia beni Madrid’in bir metro durağına bıraktı ve ertesi gün yine buluşmak üzere vedalaştık. Hangi durak? İşte bu durak:
Müziği hatırlayanlar? 😀 Zamanında bu şehirden bir Arda geçti… Şimdi başka bir Arda hepimizi gururlandırıyor, ona da geleceğim, beklemede kalın! Buradan metroya binip Gran Via istasyonunda indim hostele yürürken şöyle bir şey gördüm.
Bu şarkı ortaokuldayken çıkmıştı, çok severdim 🙂 Hostele geçip biraz dinlendim ve hostelin Pub Crawl etkinliğine katıldım. Sonra da yorucu bir günü noktalayıp, efsanevi bir güne uyanmak üzere uyudum.
Dördüncü Gün: Madridista!
Hola Madridistas!
Nerden çıktı bu Madridista, ne demektir? Hepsini anlatacağım, başlıyoruz 🙂 Önceki günün yorgunluğuyla biraz geç uyanmıştım, hostelde bir şeyler atıştırdım, Real Madrid formamı giydim ve kendimi dışarı attım. Analia çalışıyordu, işten sonra bana katılacaktı, Madrid’de ilk kez yalnız gezecektim ki o da fazla sürmeyecekti.
Cibeles Meydanı‘na doğru yürümeye başladım, cadde üzerindeki mimari yapıları inceleyip huzurlu bir yürüyüş yaptım. 4 önemli yapının ortasındaki Cibeles Meydanında mermer heykellerden bir çeşme bulunuyor. Burası aynı zamanda Real Madrid takımının şampiyonluk kutlamalarının yapıldığı yer(Arjantin’deki Obelisco gibi) Hatta Arda Güler bu meydanda otobüsün üstünde şöyle bir konuşma yapıyor:
Evet Arda’nın da dediği gibi Real Madrid taraftarlarına Madridista deniliyor. Arda burada;
Hola Madridistas, Estamos una familia, gracias por todos(Merhaba Real Madridliler, biz bir aileyiz, her şey için teşekkür ederim) diyor.
Bu cümlede hafif gramer hatası olduğu için daha sonra Instagram’daki paylaşımında buna ithafen doğrusunu yazıyor. Meydanda sağı solu incelerken bir aile bana doğru geldi ve fotoğraflarını çekmemi rica etti. Baba ve iki çocuğun fotoğraflarını çektim. Ailecek Real Madrid forması giyiyorlardı ve bir çocuğun üzerindeki yağmurluk dikkatimi çekti. Siz de mi maça gideceksiniz diye sordum “evet, sen hangi tribünde olacaksın?” dediler. Ben de telefondan biletimi açtım gösterdim, görür görmez şaşırdılar ve biz de sana çok yakın izleyeceğiz dediler. Bir baktım gerçekten de koltuklarımız yan yanaymış 😀 Tesadüfe bakın! Bir tesadüf daha var onu maçta çekildiğimiz fotoğraf sonrası anlatacağım. Ben de fotoğraf rica ettim, bakınız:
Biraz sohbet ettik, Filistinlilermiş ve daha önce İstanbul’da bulunmuşlar. Akşam maçta görüşürüz diyerek vedalaştık. Ben de Real Madrid’in stadını olan Santiago Bernabeu tarafına gidip Arjantinli arkadaşım Nazarena ile buluştum. Naz Arjantin’den Madrid’e yeni taşınmıştı ve burada bir hukuk firmasında çalışıyordu. Çalıştığı ofis stada çok yakındı ve öğle arasında buluşup birlikte yemek yedik. Taberna del Volapié diye bir restorana gittik, orada da menu del dia vardı. Menüden başlangıç olarak tomate aliñado con ventresca diye domatesli ve beyaz peynirli(üzerine zeytinyağı) bir tabak seçtim sonra da ana yemek olarak piliç çevirme aldım üzerine de cheesecake aldım.
Hepsi çok lezzetliydi ve toplamda 14€ tuttu. Ekmek ve içecek hatta atıştırmalık tabağı da ikramdı tabi. İspanya’da en sevdiğim şeylerden biri kafe ve restoranlarda atıştırmalık olarak cips veya kuruyemiş getiriyorlar. Hem de cipsler Pringles kalitesinde. Yemekten sonra biraz stat etrafında yürüyüş yaptık. Stadyum adını efsane başkaları Santiago Bernabéu‘dan alıyor. Dış tasarımı metalik halkalar şeklinde olan stadın kapasitesi 81 bin. Stadın etrafında yürürken Arda Güler formalı bir taraftara rastladım, selam verdim ve biraz konuştuk. Annesiyle birlikte Danimarka’dan Arda Güler‘i izlemeye gelmiş.
Nazarena çalıştığı için işe dönmek zorundaydı ben de metroya binip Analia’yla buluşmak için Sol Meydanı tarafına gittim. Biraz erken gitmişim, bir saat kadar zamanım vardı ben de Uniqlo‘ya gidip bir şeyler aldım. Kendim ve ailem için alışveriş yapıp Tax Free fişi aldım. Analia ile buluştuk, elinde kocaman bir poşetle geldi ve dedi ki bunlar senin 🙂 Kardeşime götürürüm diye İspanya’nın en meşhur abur cuburlarından almış. Hostele geçip poşetleri bıraktık ve Madridistaların maç önü klasiklerinden birini yapmak üzere Plaza Mayor‘a gittik. Madridliler maçtan önce bu meydanda ekmek arası kalamar yiyip öyle maça gidiyorlarmış. Bar La Campana adında meşhur bir yerden ekmek arası kalamar aldım, Analia vejetaryen olduğu için ekmek arası tortilla aldı.
Ekmek aralarımızı aldık, burada mı yiyelim yoksa stadın orda mı yiyelim diye sordu Analia. Ben de stadın oraya gidelim hem maç önü atmosferi de görmüş oluruz dedim. Metroyla Santiago Bernabeu‘ya gittik, trende herkes Real Madrid formalarını çekmiş, marşlar söylüyordu adeta şenlik havası vardı. Stadın oraya vardığımızda Nazarena da işten çıkmıştı ve bize katıldı. Üçümüz bir şeyler içip maç saatine kadar sohbet ettik. Nazarena bize stadın kapısına kadar eşlik etti, sonra hep birlikte fotoğraf çekilip stada girdik.
Bu fotoğrafı çektirdikten sonra yanıma birkaç kişi geldi ve bu takımı biliyorum Haim Revivo dedi. Ben de gülerek evet dedim zamanında oynamıştı Fener’de 🙂 42 no’lu kapıdan stada giriş yaptık. Girişte hiç sıra yoktu çünkü stadın her tarafında kapı vardı, 82 no’lu kapıyı gördüm muhtemelen daha fazlası da var. Biletimiz maraton doğu taraftandı, birkaç merdiven çıkıp o efsane stada giriş yaptık. İşte Santiago Bernabeu‘yu içerden ilk kez görüşüm:
Videodaki tepkimden de anlamışsınızdır, stadyumdan etkilendim! Dikine yüksek tribünler, kocaman televizyonlar, açılır kapanır çatı ve yemyeşil bir çim… Çimin böyle canlı olmasının bir sebebi var. Bernabeu stadyumu 2020 yılında yenilenmeye başladı ve 900 milyon $ masrafla 2023’te tamamlandı. Yenilenen statta sahanın altında bir saha var ve katlanarak yerin 35 metre altına iniyor. Bu sayede hem çimi korumuş oluyorlar hem de konser, basketbol, tenis gibi organizasyonlar yapılabiliyor. Gerçekten mühendislik harikası bir tesis yapılmış, bu konuyla ilgili videoları izlemenizi tavsiye ederim. Real Madrid Deportivo Alaves ile oynayacaktı. Arda ilk 11’de yoktu fakat sonradan gireceğini tahmin ediyordum. Geçen seneki Alaves maçında Arda sonradan girip bir de gol atmıştı. Bu maçta da inşallah girer gol atar veya asist yapar diye dua ediyordum 🙂 Analia da Madridistaydı fakat hiç Real Madrid maçına gelmemişti, bu onun için de bir ilk olacaktı. İşte maç önü Analia ile çekildiğimiz fotoğraf:
Analia aslen Portekizli olduğu için ve Madrid’de yaşadığı için doğal olarak Ronaldo‘yu çok seviyordu 🙂 Analia’da 2014 sezonunun deplasman forması vardı bende de geçen senenin iç saha forması. Aslında Arda‘nın forma numarası değiştiği(15) için güncel formayı alacaktım da 190€ biraz fazla geldi 😀 Bir süre stadın her yerini didik didik izledikten sonra koltuğumuza geçtik. Cibeles meydanında karşılaştığım aileden bahsetmiştim ya, işte onlar da hemen yan koltuğumuzdaydılar. İşte o aile:
Bahsettiğim yağmurluk en sağdaki çocuğun giydiği yağmurluktu işte. Sordum ne alaka diye, zamanında İstanbul’a gelmiş ve o gün de hava yağışlıymış Taksim’den bu yağmurluğu almış 🙂 Bende Fener atkısı onda Galatasaray yağmurluğu yan yana gülerek fotoğraf çekildik. Futbol bunlarla güzel, sahada rekabet saha dışında dostluk. Bu arada benim en yakın arkadaşlarım ve anne tarafım komple Galatasaraylıdır 🙂 Koltuğumuza oturduk ve atmosferin tadını çıkarmaya devam ettik. Futbolcular anons edildi, işte Arda Güler’in anonsu:
Ve hemen sonra seremoni başladı. Futbolcular sahaya çıkarken tüm taraftarlar atkılarını açıp Real Madrid’in marşı olan Hala Madrid…y nada más‘ı söylemeye başladılar. Bizdeki mohikan gibi işte 🙂
Sözler şu şekilde:
¡Hala madrid! (Yaşa Madrid!)
Y nada más (senden başkası yalan)
Gördüğünüz üzere stadyum güzel olunca bu tarz şovlar da güzel gözüküyor. Aslında taraftarlar çok bağırmıyor, biletler pahalı olduğu için gelen seyirci de biraz elit… Çekirdekçi dediğimiz tayfa orada da var hatta arkamızdaki adam çekirdek çitliyordu 😀 Oraya bizim taraftarları koysak var işte o zaman tezahürat nedir, baskı altına almak nedir tüm Madrid görürdü! Maç başlar başlamaz ilk dakikada Lucas Vazquez bir gol attı 1-0 oldu, ilk yarının sonuna doğru da Mbappe attı 2-0 oldu. İlk yarı bitti ben hala ekmek arası kalamarımı yememiştim(maçın heyecanından aklıma gelmemişti) gittim kantinden bir içecek aldım ve yemeğimi yedim. Arda için bir yazı hazırlamıştım gitmeden onu da göstereyim size bu arada:
İkinci yarı başladı Rodrygo attı 3-0 oldu. Ben de içimden diyorum ki maç koptu şimdi Arda’yı alır bir tane de o atar 🙂 Ancelotti dakika 80’de Arda’yı Mbappe‘nin yerine oyuna aldı:
Çok kısa süre sonra ise rakip takım Alaves 2 dakikada 2 gol bulup skoru 3-2′ye getirdi. İçimden inşallah 3-0’dan maçı vermezseniz de şuradan üzgün ayrılmayız dedim 🙂 Korkulan olmadı ama Real Madrid gibi bir takımın kendi evinde kendisinden katbekat küçük bir takımdan neredeyse puan kaybedecek duruma gelmesi kabul edilir gibi değildi. Nitekim sonraki maçlarda Real Madrid’de dağılma başladı, Atletico Madrid derbisi ve El Clasico(vs Barcelona) başta olmak üzere bir sürü puan kayıpları yaşadılar. Maç bitti, Analia’ya dedim ki hemen çıkmayalım biraz bekleyelim stat boşalsın. Birkaç fotoğraf çekildik(maksimum 2 dakika sürmüştür) o sırada zaten stat komple boşalmıştı.
80 bin kişi bu kadar kısa sürede nasıl tribünleri boşalttı diye düşünürken aklıma kapı sayısı ve merdivenlerin genişliği geldi, cevabı kendi kendime buldum 🙂 Çıkışta taraftarlarla röportaj için El Chiringuito de Jugones (bizdeki Beyaz Futbol gibi) kanalı gelmişti. Röportajı yapan adam da Eduardo Aguirre‘ydi, taraftarlara sorular soruyordu ve bir anda yanıma geldi. Söz alıp birkaç şey söyleyecektim fakat İspanyolcama güvenemedim ve cesaret edemedim. Anladığım kadarıyla taraftarlar oyundan çok memnun değillerdi. Metroya yürüdük ve trene bindik, birkaç durak sonra vedalaşıp ayrıldık. Analia’yı son görüşümdü, kendisine çok teşekkür ettim(bu yazıda da edeceğim) ve hostele döndüm.
Odaya girdim, Luke(Amerikalı oda arkadaşım) bana yeni oda arkadaşlarımız var dedi. Son gecem olduğu için hazırlıklarımı yapıyordum, Alman olan oda arkadaşı geldi onunla tanıştım, yazılımcıymış, çok Türk tanıdığı varmış. Sonra odaya Edna adında bir kız geldi ve tanıştık, nerelisin dedi, Türküm diyince benle Türkçe konuşmaya başladı. Ben dahil odadaki herkes şok olmuştu. Sen nerelisin dedim, Bosnalıyım dedi. Nasıl öğrendin diye sorunca da bizde seçmeli dersti ilkokulda öğrendim dedi. Gerçekten Türkçesi gayet iyiydi, rahat anlaşabiliyorduk. Türkiye’ye birkaç kez geldiğini söyledi ve bana Bosna’ya ne zaman geldiğimi sordu. Ben de henüz Bosna’ya gitmedim dedim. Ben bunu der demez kızgın bir ses tonuyla “Nasıl gelmezsin, bir Türk olarak ilk gelmen gereken ülke Bosna, atalarının toprağı!” dedi. Yine ben dahil odadaki herkes şok olmuştu 🙂 Birkaç kez çok yaklaştım ama sonra planlar değişti dedim. Mostar’a gidip oradaki köprüden suya atlamak istediğimden bahsettim, bunun çok tehlikeli olduğunu ve bu düşünceden vazgeçmemi söyledi 😀
Sonra Alman, Amerikan ve ben politika konuşmaya başladık. Ülkelerimizin dış politikalarından başlayıp son zamanlardaki sorunlardan, gelecekte neler öngördüğümüzden bahsettik. Sohbet o kadar keyifliydi ki gece 3’e kadar sürdü. Aşırı yorgun olmama ve sabah trenimin olmasına rağmen akıcı bir sohbeti kesip uyumak istemedim. Ertesi sabah hep birlikte kahvaltı yapmak üzere sözleştik ve uykuya daldık.
Beşinci Gün: Barça!
Madrid’deki son günümden buen día!
Odadakilerle hep birlikte kahvaltıya indik, bir şeyler atıştırıp sohbet ettik. 10’da trenim olduğu için fazla kalamadım ve arkadaşlarla vedalaşıp hostelden ayrıldım. Luke da benden bir gün sonra Barcelona’ya geçecekti, orada görüşürüz diye sözleştik. Tren Atocha istasyonundan kalkacaktı, kısa bir metro yolculuğuyla Atocha‘ya ulaştım. Bu tren istasyonundan birçok yere tren seferleri mevcut. Ayrıca tren istasyonunun içinde küçük bir bahçe bulunuyor ama zaman olmadığı için ben orayı göremedim. Trene geçtim ve koltuğuma oturdum. Tek kişilik koltuk seçmiştim bileti alırken, yolculuk boyunca çok rahat ettim.
Yolculuk 2 saat 45 dakika sürecekti, aynı yol arabayla yaklaşık 6 saat sürüyor, uçakla ise 1,5 saat. Madrid Barcelona arası en efektif ulaşım tren gibi gözüküyor. Bu yolculuk için tren biletine 43€ ödedim. Saat 13:00 gibi Barcelona-Sants istasyonuna vardık, hemen otomatlardan ulaşım kartı aldım ve hostele doğru yola çıktım. Barcelona’ya dair ilk dikkatimi çeken şey yazılardı. Kelimeler sanki biraz farklıydı, aşina olduğum İspanyolca kelimeler gibi değildi. Bu konuya bir sonraki gün detaylı değineceğim 🙂
Kısa bir metro yolculuğu sonrası hostele vardım. Hostelin adı Yeah Barcelona, buradaki konaklamamdan çok memnun kaldım. İçeri girdim ve resepsiyonda sıcak bir hoş geldinizle karşılaştım. Resepsiyondaki çalışan Arjantinliymiş, ne tesadüf! Sonra öğrendim ki bu hostelde ve Barcelona’da çalışan çok fazla Arjantinli varmış. Ben check-in yaparken iki kişi hostele giriş yaptı ve Trina ve Jill ile bu şekilde tanıştık. Kanada’dan 8 saatlik uçuşla gelmişler ve tesadüf ki aynı odadaymışız. Odaya yerleştikten sonra Couchsurfing’ten tanıştığım Nesli ile buluşup gezmeye çıktık. Nesli İrlanda’da yaşıyor, birkaç günlüğüne Barcelona’ya gezmeye gelmiş. Park Güell‘e gidelim dedik ve yola çıktık. Yol üzerinde Casa Vicens vardı, orayı da görüp yolumuza devam ettik.
Hava sıcaktı ve ikimiz de çok açtık, Park’a gitmeden önce bir şeyler yiyelim dedik ve Stuzzichini adında bir yere girdik. Çok bir beklentimiz yoktu, bir şeyler yiyip enerji kazanmak istiyorduk sadece. Garson pek İngilizce bilmiyordu, çat pat İspanyolca anlaşmaya çalıştık. Burada da menu del dia(günün menüsü) konsepti vardı. Menüden carpaccio tomato(domates ve peynirli bir tabak), carpaccio de bresaola con parmesano(dilimlenmiş dana eti üzerine parmesan) seçtim. Nesli de humus tabağı ve lazanya aldı. O kadar beğenmiştik ki, burasının kapısında kuyruk olmalı diye düşündük. Yemeklerin üzerine tiramisu ve kahve aldık. Onlar da çok lezzetliydi, hatta tiramisu Roma‘da yediğimden iyiydi desem abartı olmaz sanırım.
Hesabı istedik ve garsonla biraz sohbet ettik, kendisi İtalyanmış ve Juventus’u tutuyormuş. Kenan Yıldız sayesinde Juventus‘a sempatim vardı ve Juventuslu güzel insanlarla karşılaşınca daha da artıyordu. Buradaki hesap 15€ tuttu. Yaklaşık 20 dakika yürüyerek Park Güell‘e ulaştık, yol yoruyordu çünkü Park Güell şehrin tepesinde yer aldığından yokuş yukarı yürüyorduk. Kapıda görevliler bekliyordu, onlara yaklaşıp 2 bilet almak istiyoruz dedik. Görevliler de biletlerin yalnızca online satıldığını söyledi. Biz de tamam öyleyse diyerek telefonlarımızı çıkardık, bunun üzerine görevliler “bugünün biletleri tükendi” dedi. En erken bilet ertesi gün öğle vaktinde vardı. O sıcakta o kadar yolu boşuna yürümüştük… Ben yarın dönüyorum yetişmez ama sen gelirsin yine dedi Nesli ve Park Güell‘i kapının dışından biraz inceleyip geriye döndük 🙂 Katalunya Meydanı‘nda biraz yürüdük ve yol üzerinde Planelles Donat adında bir pastaneye rastladık, merak edip içeri girdik.
İçeri girip görevliye buranın nesi meşhur diye sorduk o da “Turrons ve horchata” dedi. Alalım deneyelim dedik. Turrons, bar şeklinde bir tatlı, genelde bademden yapılsa da bir çok çeşidi bulunuyor. Biz birkaç çeşidini aldık ama pek sevemedik, çok sertti zor ısırdık. Horchata ise sütle yapılan bir içecek, tadı değişikti pek sevdiğimi söyleyemem 🙂 Buradan çıkıp biraz yürüdükten sonra Hard Rock Cafe‘ye rastladık. Ben magnet almak istiyordum, Nesli de tişört bakmak istedi, girip buradan alacaklarımızı alıp çıktık. Barselona Katedrali’ne doğru yürüdük, burada bir süre oturup sokak müziği dinledik.
Katedrali birçok kez görecektim ama akşam daha bir güzel gözüküyordu. Sonra Nesli’nin arkadaşları tarafından önerilen Paradiso adında bir kokteyl mekanına gittik. Mekana gittiğimizde kapıdaki görevli girmek için sanal sıraya girmemiz gerektiğini söyledi. İnternetten sıraya kayıt yaptık ve bir saatten fazla beklememiz gerektiği yazıyordu. Biz de bu kadar zaman mekanın kapısında beklemeyelim dedik ve El Born mahallesini gezdik. Yaklaşık bir saat oyalandıktan sonra Paradiso’nun kapısına gittik, orada da biraz bekledikten sonra içeri girdik. İçerisi tıklım tıklımdı fakat hoş bir tasarımı vardı, ışıklar ve renkler çok güzel gözüküyordu.
Menü geldi, kapağı açar açmaz yüzüme yansıyan ışıkları fark ettim. Menüyü ışıklı yapmışlardı, aşırı havalı duruyordu. Garsonların önerileriyle içecek seçtik ve siparişimizi verdik. Nesli kafatasının içinde bir içecek aldı ben de tütsülenmiş farklı bir şey söyledim. İçecekler çok acı olduğu için yanında bir tabak söyledik onunla birlikte içtik. Nasıldı diye sorarsanız bence çok da iyi değildi, biraz fazla ağırdı ve pahalıydı. Mekan konsepti ve bardak stilleri için gidilebilir belki ama kesinlikle o kadar beklemeye değmez diye düşünüyorum. Buradaki hesap toplam 50 küsür € tuttu.
Saat geç olmuştu, Nesli’yle hosteline kadar yürüdüm sonra vedalaştık, İrlanda’ya beklediğini söyledi, inşallah dedim ve ben de hostelime doğru yola çıktım. Metroya binip öyle gidecektim, metro istasyonuna gidip tren beklemeye başladım. Peronda benim dışımda sadece bir kişi vardı, bu durum beni şüphelendirdi ama beklemeye devam etti. Bir süre sonra önce trenin sesi geldi sonra ışıkları gözüktü, sevinmiştim, kalktım ve kendimi hazırladım. Tren yaklaşırken öndeki makinist eliyle bitti işareti yaptı ve tren durmadan perondan geçti gitti. Yanımdaki Barcelona formalı çocukla göz göze geldik, şaşırmıştık. Şimdi ne yapacağız diye sordum, “no lo se“(bilmiyorum) dedi. Barcelona’da saat 12’de metro seferleri bitiyormuş ve son treni kaçırmışız. Sizce de gece 12 Barcelona gibi bir şehir için çok erken değil mi? Birlikte metrodan çıktık, çocuk yürüyerek hızlıca uzaklaştı ben de haritayı kontrol ettim 40 dakika yürüme gösteriyordu. Yürürüm diye düşündüm sağa sola bakarak yürüyordum, bir parkın yanından geçerken birkaç tekinsiz tip gördüm ve huzursuz hissettim. En iyisi taksiye bineyim diyerek yoldan geçen bir taksiyi çevirdim. Taksiciyle sohbet ederek yaklaşık 20 dakikalık bir yolculuk yaptık. 40 dk yaya mesafesi olan yol taksiyle nasıl 20 dakika oluyor diye sorarsanız onu da sonra açıklayacağım. Hostele geçip Barselona’daki ilk günümü bitirdim 🙂
Bugün başlığına Barça yazmamın sebebi Katalanca’da ç harfinin olmasını vurgulamaktı. Força Barça cümlesini çok duymuşsunuzdur, “Yaşasın Barselona” anlamına gelir ve forsa barsa diye okunur.
Altıncı Gün: Catalunya!
Bon dia!
Evet Katalanca günaydın böyle söyleniyormuş 🙂 Saat 11’de hostelin yürüyüş turu vardı, ona katılmak üzere resepsiyona indim. Turu resepsiyondan Arjantinli Pablo yaptıracaktı, dün karşılaştığım Kanadalılar dahil toplam 6 kişiydik. Önce metroyla sahil kısmına doğru gittik, oradan üst kısma doğru rota çizerek tur yaptık. Rehberimiz Pablo önce bize şehrin tarihini anlattı sonra Katalonya‘dan ve bağımsızlık mücadelelerinden bahsetti.
Kısaca özetleyecek olursam; Katalanlar tarih boyunca İspanya’dan ayrılmak istemiş, birkaç kez darbe yapmak istemişler ve hepsi başarısızlıkla sonuçlanmış. Son girişim 2017 yılında olmuş ve referanduma halkın büyük bir kısmı katılmamış. İspanya hükümeti de bu seçimin geçersiz olduğunu bildirmiş. Buna rağmen Katalonya bağımsızlığını ilan etmiş fakat bu da sadece birkaç dakika sürmüş. Katalonya halkının büyük kısmı aslında bağımsızlık istemiyor, ayrı bir ülke olmanın daha zor olacağını düşünüyorlar. Bir kısım ayrılıkçı ise Katalonya bölgesinin İspanya’nın toplam gelirinin %20’sini sağladığını ve bağımsız olurlarsa İspanya’dan daha iyi durumda olacaklarını düşünüyor. Bana sorarsanız o işler öyle olmuyor 🙂
Daha sonra Gotik mahallesini baştan sona yürüdük. Tarih kokan bir mahalleydi burası, böyle yerlere bayılıyorum! Pablo bize dünyanın en dar sokağını gösterdi. Bu sokak sadece 1,5 metre uzunluğundaydı ve duvarda sadece tabela vardı 🙂 Yaklaşık 3 saat süren turumuzun sonuna geldik. Tur eğlenceli ve verimli geçmişti, Pablo’ya teşekkür ederiz 🙂 İşte tur ekibimiz:
Soldan sağa; Çinli, İngiliz, Brezilyalı, Pablo(rehber), Jill ve Trina. Bu ekiple güzel kaynaştık ve akşamki Pub Crawl etkinliğine birlikte gittik. Acıkmıştık, Pablo’dan bize Paella restoranı önermesini istedik. Colom Restaurant adında bir yer önerdi, Trina, Jill ve KB(çinli) de gelmek istedi. Öncesinde Trina güzel bir çatı katı kafesi bildiğini ve orayı görmek istediğini söyledi. Dördümüz Colón Barcelona adında bir otelin çatı katına çıktık ve orada Barcelona Katedrali manzarasına karşı bir şeyler içtik. Sonra da paella yemek için Colom Restorant’a geçtik. Başlangıç olarak kalamar tabağı, pan tomate(salçalı ekmek) ve patatas bravas(ilk gün yediğimden) aldık. Paella ise kişiye göre yapılıyormuş, bir kişi için 10€, biz de 3 kişilik yaptırdık.
Gördüğünüz üzere Paella pirinç ve deniz ürünlerinden oluşan bir yemek. Karides, midye, patates ve soğan içeriyor. Tadı çok güzeldi hiç göründüğü gibi ağır değildi, hepimiz beğenerek yedik. Bu yemeğin asıl çıkış yeri Valencia şehriymiş ve hikayesi şöyleymiş: İspanya’da hafta içi kadınlar hep evde ev işi yaparlarmış, kocaları da pazar günleri eşlerine yardımcı olmak için yemek işini üstlenirmiş. Evde buldukları malzemeleri karıştırarak yaptıkları yemek çok güzel olur ve paella adını alır. Yemeğin adı ise Para-ella(onun için) olarak çıkar sonradan Paella’ya evrilir. Buradaki yemeğimiz 4 kişi için toplam 73€ tuttu.
Yemekten sonra sahile inelim dedik. Yolda yürürken karşımıza meşhur kaşif ve kaptan Kristof Kolomb Anıtı çıktı. Demirden yapılma 60 metre yüksekliğindeki anıtta Kolomb‘un Amerika kıtasını işaret ettiği bir heykel ve bir sürü figürler yer alıyor.
Kanadalılara “Kolomb’a teşekkürlerinizi iletin, yaşadığınız kıtayı keşfetti” dedim, onlar da “Thanks Colomb, thanks buddy” dediler 😀 Meşhur Barceloneta plajına gittik, ana baba günüydü… Kalabalık da olsa çok güzel gözüküyordu, upuzun bir plaj ve berrak bir deniz. Dedim ki ben burada yüzmek istiyorum, diğerleri bunun güzel bir fikir olduğunu düşündü ama yanımızda kıyafetlerimiz yoktu, ertesi gün geliriz dedik. Yorgun hissediyorduk, hostele dönelim dedik ama hostelden oldukça uzaktaydık ve hava da çok sıcaktı. Metroyla otobüs aynı dakika sürecek olarak gözüküyordu haritada, biz de otobüsle gidelim bir daha metro istasyonuna yürümeyelim dedik. Çok yakınımızdaki durağa kısa süre içerisinde otobüs geldi ve bindik. Bindik ama inemedik çünkü yol bitmiyordu 😀 Her durakta duruyor, her köşede kırmızı ışık bekliyorduk. Yol o kadar uzun sürdü ki Jill uyuya kaldı 🙂
Yaklaşık yarım saatlik yolculuktan sonra hostele ulaştık, kızlar Jetlagın da etkisiyle aşırı yorgun olduğu için dinlenmeye çekildi ben de ertesi günün planlarını yapmaya başladım. Park Güell için bir arkadaşımla birlikte ertesi güne bilet aldım, yeme içme yerlerini araştırdım. Birkaç saat sonra da hostelin pub crawl etkinliğine katıldık ve o günü öyle bitirdim.
Gelelim sıkça duyduğumuz o efsaneye; Barcelona’da halk İspanyolca bilmiyor/konuşmuyor, sadece Katalanca konuşuyor. Hayır bu yanlış çünkü okulda hem İspanyolca hem Katalanca eğitim görüyorlar, televizyonda, gazetede ve günlük hayatta İspanyolcaya sıkça maruz kalıyorlar. Yani İspanyolca bilmemeleri imkansız. Eğer Barcelona’da biri İspanyolca bilmiyorum deyip sizle konuşmayı reddediyorsa bu muhtemelen istemediği içindir. Ayrılıkçı düşünce yapısına sahip bazı insanlarda bu tarz tepkileri görmek mümkünmüş. Ne saçma değil mi? 🙂
O zaman Katalanca iyi geceler diyerek günü bitirelim: Bona nit!
Yedinci Gün: Gaudi!
9 gibi uyanıp hostelin mutfağına indim, Trina ve Jill de geldiler. Hostelin açık büfe kahvaltısından aldık, 10€ tuttu. Kahvaltıdan sonra bir önceki gün planladığımız gibi Barceloneta’ya yüzmeye gidecektik fakat Jill çok yorgun hissettiğini ve gün boyu uyumak istediğini söyledi. Biz de Trina ile metroya atlayıp plaja gittik. İşte plaj böyle görünüyor:
Uygun bir yer bulup kurulduk, biraz güneşlendik ve sonra sırayla yüzmeye gittik çünkü eşyalara birinin göz kulak olması gerekiyordu. Trina yüzerken ben de müzik dinliyordum, çalan şarkı da: Sara Perche Ti Amo. Birden arkamda güneşlenen iki orta yaşlı kadının gülümseyerek şarkıya eşlik ettiğini farkettim. İtalyan mısınız dedim, evet dedi, bu şarkıyı çok severiz diye ekledi. Hangi takımlısınız peki diye sorunca da Juventus, çünkü Torino’luyum dedi. Kısaca sohbet ettik, İstanbul’a gelmiş ve çok sevmiş. Trina geldi, o da İspanya’dan sonra İtalya’ya gideceklerini söyledi. Trina ve Jill tura çıkmışlardı, İspanya, Yunan Adaları ve İtalya’yı kapsayan detaylı güzel bir rota çıkartmışlardı 🙂 Sonra ben yüzmeye gittim, deniz benim için hafif tuzlu olsa da çok güzeldi. Biraz açılınca balıkları görmek mümkündü, oldukça berrak bir suydu. Plaj pozumu da bırakayım şöyle:
Günün kalanında planlarım olduğu için plajda fazla zaman geçiremedim, Trina’nın da işleri vardı, kalktık. Hostele dönüp hazırlandım ve Alex‘le buluştum. Alex yine couchsurfing’ten Yunanistanlı arkadaşımdı, birlikte sohbet ederek Park Güell’e gittik. Kendisi Selanik’te yaşıyordu, ben de Selanik’te bulunduğum için(yazıyı okumak için linke tıklayabilirsiniz) ve Yunan kültürüne az çok aşina olduğum için konuşacak çok şey vardı. Alex bana Türk müziklerini çok sevdiğini söyledi ve birkaç müzik açıp bunları biliyor musun diye sordu. Ben de ona sevdiğim Yunan müziklerinden açtım 🙂 Park Güell’in kapısına vardık, bu benim ikinci gelişim oluyordu tabi ama bu sefer biletim vardı 😀 Parkın bir kapısından girip daire çizerek her eseri görmek istiyorduk.
İşte parkın girişi böyle gözüküyor, belli oluyor mu bilmiyorum da mozaik işlemeli ‘El drac‘ adı verilen kertenkele bu parkın en meşhur eserlerinden biri. Biraz parkı anlatayım isterseniz. Şehrin hafif tepe bölgesindeki araziyi satın alan iş adamı Eusebi Güell burayı zenginler için 60 evlik bir yerleşim yeri yaptırmak üzere için Gaudi’ye teslim ediyor. Gaudi de henüz iki ev tasarlamışken proje yarım kalıyor ve parka dönüştürülüyor. Gaudi de 20 yıl boyunca burada yaşıyor. Peki Gaudi kimdir? Kısaca anlatmam gerekirse Gaudi Barcelona’yı Barcelona yapan adam. Bu adam Katalan bir mimar, Barcelona’daki en ünlü eserlerin yaratıcısı. Detaylara girersek çıkamayız, Gaudi çok büyük adam! Ölümü ise oldukça trajik, tramvay çarpması sonucu ağır bir şekilde yaralanıyor ve yoldan geçenler Gaudi’yi dış görünüşünden dolayı dilenci zannedip ilk etapta yardım etmiyorlar. Hastaneye çok geç götürüldüğü için kurtarılamıyor ve 10 Haziran günü ölüyor. Belki de orada kurtarılsa Sagrada Familia yarım kalmayacaktı…
Sana dün bir tepeden baktım aziz Barselona 🙂 Bu videodan sonra(Alex çekti sağolsun) yürümeye devam ederken iki tane Türk’e rastladık. İngiltere’de yaşıyorlarmış, birkaç günlüğüne Barcelona’ya gelmişler. Birlikte birkaç yeri gezdik, intagrama atmalık fotoğraf çekebilir misin dediler, ben de tam adamını buldunuz dedim ve birkaç fotoğraflarını çektim, çok beğendiler. Alex dedi ki “Sende fotoğrafçılık yeteneği var, bunun üzerine gitmelisin” dedi. Bunu birkaç kişiden daha duymuştum ama üzerine hiç düşünmemiştim. Belki ileride fırsat bulursam fotoğrafçılık kursuna gidebilirim 🙂
Terastan da bir poz bırakalım buraya ve devam edelim. Sala Hipòstila adındaki yere geçtik, burayı çok sevmiştim. Köşeli sütunlar ve tavandaki mozaiklerle çok etkileyici bir bölümdü. Bakınız:
Sonra balkon kısmına çıktık ve orada da Türk bir çifte rastladık, onlar da Paris’ten gelmişler. Bizim fotoğrafımızı çeker misiniz diye rica ettik. İşte Alex ve ben:
Yaklaşık 2 saat süren Park Güell turumuzu tamamlamış, bir başka Gaudi eseri olan La Sagrada Familia‘ya doğru yola çıkmıştık. La Sagrada Familia nam-ı diğer ‘Bitmeyen Kilise’ 1882‘de yapımına başlanan, 1883’de Gaudi’nin devralıp ölene kadar(yukarıda anlatmıştım) devam ettiği bu Bazilika’nın inşaatı halen devam ediyor. Tahmini olarak 2028 yılında tamamlanması bekleniyormuş, bence yetişmez 🙂 İçeri giriş ücretli, biz girmeye gerek duymadık ve günbatımı eşliğinde bazilikanın etrafını dönerek her bir köşesini inceledik.
Bu eseri gören her Türk mutlaka şu geyiği yapar: Bunu vereceksin bizimkilere var ya 6 ayda bitirirler… Aynen bitirirler ama neye benzer orası bilinmez 😀 Eser kimine korkutucu gelse de Barcelona denilince akla ilk gelen yer burası. Eser üzerinde Hristiyanlığa ait bir takım figürler mevcut, detaylar çok iyi çalışılmış. Burada günü batırdıktan sonra hemen yanda bir Turron dükkanı görüp içeri girdik. Görevliler nazikçe karşılayıp tadımlık turron ikram ettiler. İlk gün yediğimde pek beğenemediğim turrona burada bayıldım. Buradaki çikolata gibiydi, Türkiye’ye götürmek için bir paket limonlu olandan aldım, bir de Barcelona tasarımlı kutu aldım.
Dükkanın adı Vicens Torron, burayı şiddetle tavsiye ediyorum. Çalışanlar çok ilgili, ürünler lezzetli ve ayrıca Tax Free de var 🙂 Daha sonra Hard Rock Shop‘a rastladık(ilk gün gittiğimizden farklı), Alex girip bakmak istedi. Meğer Hard Rock tişört koleksiyonu yapıyormuş, hemen oradan Barcelona yazılı bir tişört aldı ve giydi 🙂 Akşam olmuştu ve acıkmıştık, churros dükkanına rastladık ve Alex denemek istedi. Sade churros aldı, üzerine tarçın döktüler ve yanında da bardakta çikolata verdiler. Gayet güzeldi, İstanbul’da yediğim churrostan aman aman bir farkı yok aslında ama beğendim. Alex hosteline geçti, vedalaştık. Küçükken İstanbul’a gelmiş ama hatırlamıyormuş, bir daha gelmek istediğini söyledi, ben de bekleriz dedim.
Yemek yemek için önceden listeme kaydettiğim Cal Boter adında bir İspanyol restoranına gittim. Kapıdan girdim görevli İspanyolca rezervasyonunuz var mı diye sordu ben de yok dedim. Sanırım İngilizce bilmiyordu gitti başka birini çağırdı, gelen kişi de bana rezervasyonsuz alamayacaklarını söyledi. Ben de tamam o zaman rezervasyon yapalım dedim, “en yakın yarın akşama boşluk var” dedi. Yarın akşam uçuşum var, şurada bir köşede yesem olmaz mı zaten tek kişiyim diyerek şansımı denedim ama maalesef olmaz dedi. Ben de yakınlarda başka restoran baktım, Galú adında İtalyan restoranı buldum. İçeri girdim garson dedi ki ne istiyorsun, “Çok açım, yemek yemek istiyorum” dedim, “masamız kalmadı, barda oturabilir misin” dedi, fark etmez her yerde yiyebilirim dedim 🙂 İşte pratiklik ve çözüm odaklılık… Hızlıca menüyü getirdi, siz ne öneriyorsanız ondan istiyorum dedim, tagliata adında bir et önerdi. domuz değilse olsun dedim, parmaklarıyla boynuz işareti yapıp “möö” yaparak dana taklidi yaptı. Bu adam yorgun ve aç halimle beni güldürmüştü, gülerek tamam olur dedim. Sevdim seni nerelisin sen diye sordu, Türküm diyince bir ooo çekti ve kendisinin Meksika’lı olduğunu söyledi.
Bu yemeği afiyetle yedim ve yerken şunu düşündüm: Ne varsa İtalyanlarda var! Nerede olsam İtalyanlar hayat kurtarıyor, Japonya’da da İtalyan restoranına gitmiştim hatırlarsanız. İtalya, İspanya ve Arjantin bu üç ülke arasında bir bağlantı var. Kültürleri ve insanları iç içe geçmiş adeta. Buradaki hesap 30€ tuttu, biraz pahalıydı belki ama kesinlikle değdi. Hostele geçip ertesi gün için liste yapmaya başladım. Lobideki bilgisayarda liste hazırlarken Trina ve Jill hostele girdiler, salyongoz yemişler çok beğenmişler onu anlattılar 🙂
İspanya’daki son gecemi de bitirerek uyudum, ertesi gün yoğun geçecekti..
Sekizinci Gün: Hasta Luego!
İspanya’daki son günüme uyandım. Yapılacak çok şey vardı ve hiç vakit kaybetme lüksüm yoktu. Zenith adında kahvaltıcıya gittim. Garson menüyle geldi ne yersiniz diye sordu. Ben de siz ne önerirsiniz dedim, o da bana “Ben Arjantinliyim, dulce de lecheli pankek öneririm tabi ki” dedi. Tamam olur dedim ve bir de çay istedim. Dulce de lecheyi hatırlayanlar burada mı? Pankek nasıldı diye sorarsanız biraz kuru geldi, bir daha gitmem ben, işte fotoğrafı:
Burada hesap 13€ tuttu. Kalkıp hızlıca listeme başladım, ilk durağım Casa Milà. Yine Gaudi’nin bir eseri olan Casa Mila, deniz dalgasından esinlenerek tasarlanmış.
Balkon demirleri de yosuna benzetilmek istenmiş, bence benziyor, sizce? Casa Milà‘nın içine de girilebiliyor ama çok sıra olduğu için girmek istemedim. Bir başka Gaudi mimarisiyle turuma devam ettim, Casa Batlló.
Bir önceki yapıya göre daha renkli ve iç açıcı olan Casa Batlló da ejderhadan ilham alınarak tasarlanmış. Çatısına bakarsanız özellikle belli oluyor, hemen bir tane de uzaktan fotoğraf bırakıyorum:
Buranın içine gerçekten girmek istedim ama cumartesi günü olduğu için çok sıra vardı, bekleyemezdim. Barcelona’ya geleceklere tavsiyem, bir gününüzü Gaudi’ye ayırın. Vicens, Mila, Battlo ve Park Güell hepsi bir güne sığar. Gaudi’yi anlamak Barcelona’yı anlamak demektir çünkü. Buradan La Rambla caddesine geçip güzel bir yürüyüş yaparak Mercat de la Boqueria‘ya geçtim. Burada Luke(Madrid’deki oda arkadaşım) ile buluştuk ve pazarı gezdik. Burası kocaman bir kapalı pazar, içeride meyve/sebze, şarküteri, kuruyemiş, ve yöresel yemekler gibi ürünler satılıyor. İşte kuruyemiş tezgahından bir fotoğraf:
Luke’la burayı turladık, bir yandan da sohbet ediyorduk. Ona Barcelona’yı Madrid’den daha pahalı bulduğumu söyledim, o da evet pahalı ama benim için ikisi de ucuz çünkü ben New York‘tan geliyorum dedi 🙂 Luke tanıdığım en kültürlü Amerikalıydı, onunla kitaplar, filmler, ülkeler hakkında uzun uzun konuştuk. Star Wars sever misin diye sordum, şaka mı yapıyorsun adıma baksana dedi 😀 Luke Skywalker‘a selam olsun!(Star Wars yazımı okumak için tıklayabilirsiniz) İlkokulda devamlı “Luke, i am your father” repliğine maruz kalıyormuş 🙂 Sonra Gotik mahallede bir tur atıp yine Katedral’in önüne gittik, işte Luke’la fotoğrafımız:
Sonraki rotamız Ciutadella Parkı, keyifli bir yürüyüşle parka vardık. Bu park Madrid’deki El Retiro’nun bir benzeri. İçerisinde hayvanat bahçesi, göl ve birçok bitki var.
Şöyle bir botanik bahçesi vardı, orayı gezdikten sonra parkı turladık ve oradan Triomf Kemeri‘ne geçtik. Arc de Triomf adı verilen bu yapı 1888 yılında İspanyol Fuarı için yapılmış. Neden bilmiyorum ama bu yapıyı ben çok sevdim, belki de o kadar iç karatıcı yapıdan sonra bu gözüme çok hoş gözüktü, bilemiyorum 🙂
Luke bu yapıyı Paris’teki Zafer Takı‘na(Arc de Triomphe) benzetti, ismi gibi kendisi de gerçekten de benziyor. Bir de video çektim onu da göstermek istiyorum:
Şu baloncukları görünce aklıma David Guetta‘nın Where Them Girls şarkısı geliyor 🙂 Bol yürümeli bir gün daha olmuştu ve ikimiz de acıkmıştık, yakınlarda Fismuler adındaki bir restoran bulup girdik. Yine yanlışlıkla çok güzel bir yer bulmuştuk, biraz lüks bir restorandı ama Barcelona’daki son yemeğime de böyle bir yer yakışırdı. Yemek seçimini Luke’a bıraktım çünkü çok geniş bir yemek kültürü vardı. Buranın deniz ürünleri meşhur, kalkan yiyeceğiz dedi. Ben de olur dedim çünkü çocukluğumdan beri kalkan yememiştim, onu da babam tutup getirmişti 🙂
Mezeleri, içecekleri, iç tasarımı, ürün lezzeti hepsi harikaydı. Bu restoranı listenize ekleyebilirsiniz. Luke ile keyifli bir sohbet eşliğinde yemeklerimizi yedik. Yemekten sonra benim hostele dönüp check-out yapmam gerekiyordu. Luke ile vedalaşıp ayrıldık, beni mutlaka New York’a beklediğini söyledi. Yakında ABD yazısı gelebilir, beklemede kalın 🙂
Hostele döndüm, eşyalarımı toparladım ve çıkış yaptım. Metroyla yaklaşık bir saate havalimanına vardım. Check-in yapıp Tax Free’mi aldım. Burada da İtalya’daki gibi Tax Free işlemi çok basit, sadece makineye fişinizi okutuyorsunuz, iadeniz kredi kartınıza gönderiliyor. Biraz Duty Free’yi gezdim ama çok pahalı olduğu için bir şey almadım. Kapıya geçip, boardingi bekledim.
Uçağa biniş saati gelmişti, 8 günlük İspanya maceramın sonuna gelmiştik. İçimde hafif hüzün fakat dolu dolu geçen bir gezinin de mutluluğu vardı. Uçağımız kalktı, gece manzarasıyla Barcelona’yı havadan son kez görerek uğurladım. Kısa süre sonra ikram geldi, köfte aldım ve gelirken yarıda kalan filmi(Dolunay Katilleri) açıp izlemeye koyuldum.
3 saatlik uçuşun ardından İstanbul’a indim. Güzel bir gezi oldu, çok şey öğrendim, farklı lezzetler tattım ve çok güzel insanlarla tanıştım. Kısa kısa sorulara gelelim:
Ne kadar harcadım?
400€ çevirip yanımda götürdüm, neredeyse hepsi bitti ve maç bileti, tren bileti, ekstra alışveriş gibi şeyleri hep kredi kartından ödedim. Bu en çok para harcadığım gezi oldu, İtalya’nın 3 katı para harcadım.
Barcelona/Madrid kaç günde gezilir?
Madrid için eğer Toledo‘ya gidilmeyecekse 3 gün yeterli olur. Barcelona içinse en az 4 güne ihtiyaç var diye düşünüyorum. Barcelona’ya gelmişken Girona, Valensiya gibi şehirlere de gidilebilir.
Arjantin güvenli mi?
Özellikle toplu taşımalarda ve kalabalık yerlerde pickpocket(yankesicilik) riski var ama çok şükür hiç karşılaşmadık. Telefonunuza ve cüzdanınıza dikkat etmelisiniz, mümkünse çanta içinde çanta yaparak riski azaltabilirsiniz.
Gelelim teşekkür kısmına!
Gezimin planlama aşamasında destek olan iş yerindeki arkadaşlarıma ve Özer’e,
Uçağa binerken bizi neşelendiren Filistinli Muhammed’e (Apoyo tu causa y me gusta tu hacer música hermano, Free Palestine!),
Madrid’deki oda arkadaşlarıma; Edna (Jednog dana ću doći u Bosnu, obećavam!)
Luke(Thanks for the legendary day bro, see you in NYC! May the force be with you 🙂 )
Toledo’daki Teake ve Tsjalline çiftine (Bedankt voor je leuke gesprek en vriendelijkheid, ik kijk ernaar uit je te zien in Istanbul!)
Nazarena’ya (gracias Naz, vamos a Turquía!)
Barcelonadaki hostel arkadaşlarım Trina ve Jill’e (Girls, thanks for accompanying, if you’ll come to Türkiye you have a friend here!)
Nesli’ye (Bol keşifli bir gün için teşekkürler! Dublin’de görüşmek üzere 🙂 )
Alex’e (Ευχαριστώ γείτονα που με συνόδεψες! Συνεχίζω να ακούω ελληνική μουσική, τα λέμε στην Κωνσταντινούπολη!)
Teşekkürlerimi sunarım.
y Analia:
Muchas gracias por Mate, por llevarme con coche, por hablarme de la cultura española, por tomar mis fotos, por traducir, por acompañarme al partido de fútbol, en fin por todo, muchas gracias! Este viaje no hubiera sido tan perfecto sin ti, te debo mucho. Haré lo mismo por ti cuando vengas a Estambul.
Ve İspanya gezimiz özeti niteliğindeki A Dios Le Pido müziği eşliğinde hazırladığım video:
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Biraz geç oldu ama anca fırsat bulabildim. Yorumlarınızı bekliyorum 🙂 İşte son güncel uçuş haritam:
Bir başka gezide görüşmek üzere, kendinize çok iyi bakın.
El saber no ocupa lugar (Fazla bilgi göz çıkarmaz)
-İspanyol Atasözü