Bosna! Saraybosna – Mostar

Zdravo!
Alperen ile birlikte gerçekleştirdiğimiz Bosna Hersek gezimizi anlatmak üzere karşınızdayım! En son yurt dışı olarak İspanya’ya, yurt içinde de Erzurum’a gitmiştim, ikisinin de yazısı var okuyabilirsiniz 🙂
Nereden çıktı bu Bosna?
Daha önce İspanya ve Azerbaycan yazılarımda da bahsettiğim gibi Bosna’ya hep gitmek istiyordum. Biraz geç oldu ama güzel oldu. Aslında ben Amerika’ya gidecektim, doğum günümü orada geçirecektim fakat Amerika’daki arkadaşlarımın müsait olmaması ve kuzenimin düğünü olması sebebiyle erteledim. Yine de doğum günümde bir yere gitmek istiyordum çünkü doğum günü iznimle birlikte 3 gün boşluğum vardı, değerlendirmek istiyordum. Bir de geçen sene Roma’da başlattığım doğum gününde farklı ülkede olma geleneğimi devam ettirmek istiyordum 🙂
Yakın arkadaşım Alperen İstanbul’daydı, “ne dersin gidelim mi” dedim, o da neden olmasın dedi 🙂 Tuncay, İlker, Furkan ve Aziz de gelmek istediler ama hiçbiri müsait değildi, onlarla da başka zamana artık.
Planlama Aşaması
Planlama çok zor olmadı çünkü Bosna’ya giden birçok arkadaşım vardı. Youtube’da yüzlerce Bosna içerikleri var. Blogları okudum, videoları izledim ve arkadaşlarıma danışarak bir liste yaptım. (Bu konuda yardımcı olan iş arkadaşlarıma teşekkürlerimi sunuyorum) İlk önce araç kiralamayı düşünmedik, trenle Mostar’a gideriz oradan da turlarla görmek istediğimiz yerlere gideriz diye düşündük ama sonra iki kişi olduğumuz için bunun daha pahalı olacağına karar verdik. Cumartesi öğlen yola çıkıp Saraybosna’ya inecek oradan araç kiralayıp Mostar’a geçecektik, Mostar’da bir gece kalıp civar yerleri gezecek ertesi akşam Saraybosna’ya dönecektik. Alperen Pazartesi öğlen İstanbul’a dönecekti, ben de duruma göre onunla dönecek veya bir gün daha kalacaktım, akışa göre bakacaktık 🙂
Otobüs ve tramvaylarda biletlerinizi bindikten sonra şoförden alabiliyorsunuz o yüzden ulaşım kartı gibi bir sorun yok. İnternet için de ikimiz de 3 GB E-sim paketi satın aldık. Harita devamlı açıktı, sosyal medyaları kullandık, müzik dinledik ve gezinin sonunda bir GB’den fazla verimiz kaldı. Biz Airalo’yu kullandık, indirimlerle birlikte 6$ ödedik. şimdilerde bir sürü muadil uygulama çıkmış, kimisi daha ucuz kimisi daha kullanışlı. Eğer Airalo’yu düşünürseniz KAZIM5525 koduyla 3$ indirimli alabilirsiniz.
Bosna Hersek Dili?
Bosna’da resmi olarak Boşnakça, Sırpça ve Hırvatça konuşuluyor. Bu diller birbirlerine çok benziyorlar, daha önce Sırbistan ve Karadağ’da bulunduğum için bazı kelimelere aşinaydım. Boşnakça(bosanski) Sırpçanın latin alfabesiyle yazılmış hali gibi düşünebilirsiniz. Bosna’da Türkçe bilen sayısı da az sayılmaz. Turistler sayesinde öğrenen esnafların yanı sıra Türkiye ve Türkçe’ye ilgili olup kendiliğinden öğrenenler de var. Ayrıca bazı okullarda seçmeli yabancı dil olarak okutuluyor, hatırlarsanız Madrid’de tanıştığım Bosnalı bir kız benimle Türkçe konuşmuştu ve okulda öğrendiğini söylemişti.
O zaman bir şarkıyla başlayalım, Hajde!
Birinci Gün: Dobrodošli!
Alperenle birlikte hazırlanıp yola çıktık, Sabiha Gökçen’den uçacaktık. Ajet’in Balkanlara devamlı uygun biletler oluyor aklınızda bulunsun. Hatta o kadar uygun oluyor ki iç hat uçuşları daha pahalı kalıyor yanında. Uzun zamandır Sabiha Gökçen’e gitmiyordum, İga’ya çok alışmıştım. Uzun bir yolculuktan sonra havalimanına vardık, check-in işlemlerimizi yapıp alt kattaki markete sandviç yaptırmaya gittik. Uygun fiyata bol içerikli bir sandviç yaptırıp yedik. Havalimanında geçirdiğim süre boyunca şuna emin oldum ki ben Sabiha Gökçen’e bir türlü ısınamadım. İstanbul Havalimanını daha çok seviyorum 🙂
Kapıya geçip pasaport pozumuzu verdik:
Ve bir de uçaktan fotoğraf paylaşalım:
Yaklaşık 1,5 saatlik süren uçuşun ardından şahane manzaralar eşliğinde Saraybosna Havalimanı‘na iniş yaptık. Havalimanına inince oldukça şaşırdım çünkü bu kadar modern ve iyi işleyen bir havalimanı beklemiyordum açıkçası. Balkanlarda birkaç havalimanı görmüştüm, bu da onlar gibi olur diye bekliyordum ama beni şaşırttı. Çalışanlar gayet hızlı, tesis yeniydi.
Pasaporttan hızlıca geçip 50’şer €’yu Bosna Markı’na(KM) çevirdik ve araç kiralama için ofislerini gezmeye başladık. Sora sora ilerledik fakat kimisi rezervasyonla çalışıyordu, kimisi pahalıydı. Bir tur daha atalım olmadı pahalı demeden kiralarız dedik. Tam yürürken bir adam seslendi: “Araba mı arıyorsunuz” aynı anda evet dedik. Hangi boyutta arıyorsunuz dedi, aynı anda fark etmez dedik, otomatik mi manuel mi dedi, yine fark etmez deyince adam güldü ve “nasıl fark etmez, her zaman fark eder” dedi 🙂 Elimde 2025 model otomatik Dacia var dedi, günlük 50€. Peki depozito ne kadar dedik, bizi şöyle bir süzdükten sonra “gerek yok, depozito almayacağım” dedi.
Ofise geçip işlemleri başlattık, firmanın adı Euro Rent a Car. Adamla kısa sürede samimi olduk ve gülüp şakalaşmaya başladık. Futboldan da konuştuk, Dzeko bu ülkenin en meşhur insanıymış, Zlatan İbrahimoviç de aslen Boşnakmış. Adamın ismi Nermin’di, biliyorum sizin orada kadın ismi dedi. Bizde ise Nermin erkek, Nermina kadın ismi dedi. Eğer araç kiralamayı düşünürseniz Google’dan yorumlara bakmanızı tavsiye ederim. Aracı teslim aldık, 2025 model otomatik Dacia Logan. Hemen Mostar’a doğru yola koyulduk. Yolda şöyle manzaralar vardı:
Yemyeşil manzaralar eşliğinde huzur dolu bir yolculuk oluyordu. Meftare şarkısını açtık ve söyleye söyleye yol aldık 🙂 Mostar yolu üzerinde kuzu çevirme restoranları var, bunların en meşhuru olan Restoran Zdrava Voda‘da mola verdik. 300 gramlık birer porsiyon kuzu çevirme ve salata aldık.
Et çok güzeldi, hiç kokmuyordu. Ete 21 KM, salataya 4KM, içeceğe de 4KM verdik. Peki kaç ₺ yapıyor? 1 KM 0,5 €‘ya sabitlenmiş yani euro kuruyla çarpıp ikiye bölebilirsiniz. Hepsi kişi başı o günkü kurla 620 ₺ tuttu. Yolunuz düşerse deneyebilirsiniz, 8/10 diyebilirim benim için. İşte kuzuları böyle pişiriyorlar:
Yemekten sonra yola devam ettik ve 40 dakikalık yolculuktan sonra Mostar’a vardık. Kiraladığımız daireye yerleşip dışarı çıkmak üzere hazırlandık. Dairenin ismi Arch, mutfağı, balkonu vardı ve gayet temizdi çok beğendik, tavsiye ederiz.
Dışarı çıktık, güneş batmak üzereydi. Nehir boyu dükkanların arasından yürüyerek Mostar’a ulaştık. Köprünün üzerinde bir adam vardı ve atlamak için para istiyordu, 50 € verirseniz atlarım diyordu. Ben de bir zamanlar bu köprüden atlarım diyordum ama üstüne çıkınca ne kadar yüksek olduğunu fark ettim 😀 Bu köprüden atlamak Bosnalılar için bir gelenekmiş. Evlenmek isteyen erkeklerin köprüden atlayıp sevdiği kızın babasına cesaretini kanıtlaması gerekiyormuş. Daha sonra size köprü hakkında detaylı bilgi vereceğim, şimdi turumuza devam ediyoruz. Köprüde çok fazla Türkçe ses duyduk, gezimizin devam eden kısmında da popüler noktalarda bir çok Türk sesi duyacaktık. Ülkemizin Bosna’ya ilgisi yüksek, Bosnalı esnaflar da Türk turistleri seviyor, bunu hissedebiliyorsunuz.
Köprüye çıkmışken biz de fotoğraf çektirdik. İşte ben:
Bir de Alperen bromla pozumuzu paylaşayım:
Köprüyü geçip çarşının içerisinde dükkanları geze geze ilerledik. Bakır ürünleri satan dükkanlar vardı, Alperen oradan bir kahve takımı aldı. Dükkan demişken Bosna’da pos cihazı olan dükkan sayısı çok az. Olanlar da Ziraat Bankasının pos cihazları 🙂 Seyahat planı olanlara yanlarında bolca nakit bulundurmalarını tavsiye ederim. Çoğu yer euro kabul ediyor ama kartla ödeme kabul eden işletme oranı %20 diyebiliriz. Gezerken şöyle bir bayrağa rastladık:
Bosna’da bir çok yerde bu tarz Filistin desteğini gördük. Çarşıyı boydan boya yürüdük, tam Karagözbey Camii‘nin yanından geçerken akşam ezanı okundu. Yurt dışında ezan sesi duyunca bir garip oluyor, gittiğim ülkelerde genelde kilise oluyor ve onun çanı çalıyor genelde. Tabi Bosna’nın yarısından fazlası Müslüman olduğu için camiiler oldukça yaygın.
Acıkmamıştık ama Bosna tatlılarını denemek istedik. Mimar adında nehir kıyısında bir restorana girdik. Tufahije ve baklava söyledik, yanında da tabi ki Bosna kahvesi.
Cam kasede olan tatlının adı tufajiye, elmanın içini oyup haşlıyorlar ve sonra da içerisine ceviz ve bal dolduruyorlar. Böyle anlatınca çok ağır bir tatlıymış gibi gelse de aslında değil. Ben en çok bunu beğendim. Baklava ise bizdeki baklavanın kocaman olanı. Baklava ağırdı işte, ben pek beğenmedim, zaten bizdeki baklavayı da pek sevmem 🙂 Gelelim kahveye, aynı Türk kahvesi gibi cezvede telvesiyle birlikte pişiriliyor. Bizden farkı ise şekerin pişirme esnasında değil sonradan katılması ve birden fazla kez kaynatılması. Fena değildi ama bana sorarsanız Türk kahvesini tercih ederim… Siz yine de gitmişken hepsini deneyin tabi 🙂
Mostar manzarası eşliğinde tatlı-kahve yaptıktan sonra markete uğradık ve atıştırmalık bir şeyler aldık. Bosna’nın market ürünlerini beğendik, bisküviler, çikolatalar ve içecekler gayet lezzetliydi. Eve doğru yürürken yol kenarında fotoğraf çekip baskı yapan bir çocuk gördük, hatıra olsun diye biz de çektirdik.
Bu şekilde gazete sayfası gibi basıyor, bence hoş bir hatıra 🙂 Bunun net bir fiyatı yoktu, gönlünüzden ne kadar koparsa dedi biz de 5 KM verdik sanırım. Eve geçtik, uzun ve yorucu bir gün olmuştu. Tarih 21 Haziran, yani yılın en uzun günüydü. Bu tarz günleri seviyorum, hatırlarsanız 21 Aralık’ta da Arjantin’deydim. ertesi gün daha uzun ve daha yorucu olacaktı 🙂 Balkonda biraz oturduktan sonra uyuduk.
Bugünün başlığını Dobrodošli koydum, hoş geldiniz anlamına geliyor ve bu sözü çok seviyorum 🙂
İkinci Gün: Voda!
Erkenden uyanıp börekçiye gittik, çünkü balkanlarda kahvaltı börekle yapılır 😀 Ago adında bir börekçide kıymalı börek yedik, fena değildi ama aşırı önereceğim bir börek değildi. Böreğe 8 KM ödedik. Balkanlarda börekçilerde hoşuma gitmeyen şey yanında kola fanta gibi böreğe yakışmayan içecek tercihleri olması. Ne kadar üzerine yoğurt koysalar veya ayran da satsalar da böreğin yanında çay arıyorum 🙂
Börekten sonra mini bir Mostar turu yaptık, hazır herkes uyuyorken sokaklar boşken gezelim dedik.
Evden çıkışımızı yaptık, ödememizi yaptık ve yola koyulduk. İlk durağımız Blagaj Tekkesi, yarım saatlik bir yolculukla Blagaj‘a ulaştık. Nehrin kenarındaki balık çiftliklerinin yanından geçerek tekkeyi gördük.
Burası görselde görüldüğü gibi nehrin kenarında, kayanın dibinde inşa edilmiş bir tekke. Osmanlı buraları fethettikten sonra Bektaşiler tarafından kurulan bu tekke Bosnalıların islam dinini seçmesinde büyük rol oynamış. İsmini bulunduğu kasaba olan Blagay’dan alıyormuş. Tekkeye girmek ücretliydi biz onun yerine botla Buna nehrinin doğduğu yer olan mağaraya tur yaptık.
Burası Buna nehrinin doğduğu yermiş ve bu nehir Neretva nehrine akıyor, Neretva da Mostar’ın içinden geçiyor. Saniyede 40 bin litre su çıkıyormuş bu kaynaktan. Mağaranın içindeki suyun derinliği minimum 100 metreymiş ve dalgıçlar burayı keşfetmek için her sene gelip dalıyormuş. Suyun altında tüneller keşfedilmiş, tüneller vasıtasıyla farklı kaynaklardan su gelip burada birleşiyormuş ama bu tünellerin sonuna gidilemediği için hala gizemini koruyormuş.
Turdan sonra nehirden su içtik, oldukça soğuk ve lezzetliydi. Tekke çevresinde hediyelik eşya dükkanları, kafe ve restoranlar yer alıyor. Biz yeni kahvaltı yaptığımız için yola koyulduk çünkü yolumuz uzundu. İstikamet Kraviçe! Bir saat kadar yol gittik, öyle kasabalardan geçtik ki acaba Hırvatistan sınırına mı girdik diye sorguladık, çünkü kiliseler ve bolca Hırvat bayrakları gördük. Gideceğimiz şelale Bosna’nın güneyinde Hırvatistan sınırında yer aldığı için de şüphelendik tabi 🙂
Tam öğle vakti şelaleye vardık, giriş için 10€ ödedik. Patika gibi bir yoldan on dakika yürüdükten sonra bizi şöyle bir manzara karşıladı
Şelale etrafında bir tur atıp neresinden girsek diye bakındık. Su çok soğuktu, o kadar soğuktu ki el bile değdirilmiyordu. Biraz üşümeyi göze alıp suya girdik, çok soğuk olduğu için fazla duramasak da sıcağın altında ferahlamak ve şelale sesi eşliğinde yüzmek iyi geldi.
Yüzdükten sonra orada tekne ve kano kiralama yerlerini fark ettik. Hazır gelmişken kano kiralayıp şelalenin dibine kadar gidelim dedik. İyi ki de yapmışız, çok özel bir deneyimdi. Yarım saat kano için 15€ ödedik.
Artık yorulmuş ve acıkmıştık, şelale çevresinde de restoranlar vardı fakat Mostar zaten yolumuzun üzeri olduğu için orada yemeyi tercih ettik. Hindin Han diye bir restoranda oturduk. Begova çorbası içip cevapi yedik. Çorbaya bayıldım, belki de Balkanlarda tattığım en güzel şeydi.
Kocaman tavuk parçaları ve sebzelerle mükemmel uyumu ortaya şahane bir tat çıkardı. Beklentimin çok üzerindeydi, severek içtim. Yolunuz düşerse bu çorbanın tadına bakmanızı şiddetle tavsiye ederim. Cevapi de güzeldi, zaten Balkanlarda henüz kötü bir köfte yemedim bugüne kadar. Buradaki hesap toplam 19,5€ tuttu.
Yemekten sonra Saraybosna’ya doğru yola çıktık, yolda arabayı ben kullandım. Tıpkı Karadağ’daki gibi biraz zor çokça keyifli bir yoldu. Böyle yollarda araba sürmek huzur veriyor insana. Şarkılar ve manzaralar eşliğinde yolu bitirdik. Saraybosna’da da kalacak yer için daire tutmuştuk, hemen daireye yerleştik. Ferhadija adında bir dairede kaldık, hem konumunu hem de olanaklarını çok beğendik, tavsiye ederiz. Ev sahibi Nejra da çok yardımcı oldu, hatta döndükten sonra bu yazıyı yazmak için bazı sorularım oldu ona, hepsini detaylıca yanıtladı. Yerleştikten sonra vakit kaybetmeden dışarı çıkıp küçük bir Saraybosna turu yaptık. Gazi Hüsrev Bey Camii‘nin çevresini dolaştık, hediyelik eşya dükkanlarına göz attık. Oradaki dükkanlardan birinden kahve seti aldım, dükkanın sahibi Müslüman bir Arnavut kadındı. Kahve setleri Türkiye’den geliyor dedi, şaka yapıyor sandık, gerçeği ise ertesi gün öğrenecektim 🙂
Camii’nin bir duvarında çift musluklu çeşme var, bu çeşmenin ise şöyle bir olayı var; Eğer sol taraftan içerseniz Bosna’ya bir daha geleceksiniz, sağ taraftan içerseniz ise Bosnalı biriyle evleneceksiniz. Bosnalılar bu bilgiyi vermeden bir tarafı seçerek içmenizi istiyorlarmış, şansınızda ne var görmek istiyorlar sanırım 🙂
Hava kararmak üzereydi, birazdan ezan okunacaktı. Hazır camiinin yanındayken akşam namazını kılmak istedim. Camii’nin hem avlusu hem içi maneviyat doluydu. Kendimi sanki Türkiye’deymiş gibi hissettim.
Namazdan sonra akşam yemeği için Željo adında bir restorana gittik. Garsonlar güler yüzlü, biraz Türkçe biliyorlardı birer porsiyon köfte söyledik. Mostar’da yediğimiz kadar olmasa da güzeldi, beğendik. Köfteye kişi başı 9,5 KM verdik. Bu restoran adını Saraybosna’daki futbol kulübü FK Željezničar‘dan almış. Futbol kulübü demişken Saraybosna’da Türkiye’nin ilk yabancı gol kralı Galatasaraylı Tarık Hodziç‘in Ćevabdžinca Galatasaray adında restoranı var. Alperen Galatasaray’lı olduğu için buraya gidecektik fakat kapalıydı, GS’li arkadaşlar listelerine kaydedebilir 🙂
Yemekten sonra yürüyüşe çıktık, etrafı keşfediyorduk. Etrafta bolca Türk vardı, görebiliyorduk ve Türkçe sesler duyabiliyorduk. Yürürken Prag tatlısı olan Trdelnik satan bir dükkana rastladım. Hiç yememiştim ve merak ediyordum. Bu dükkandan bir tane trdelnik aldım, yarısına elma diğer yarısına çikolata sürdürdüm. 11 KM ödedim.
Pek bir esprisi yok aslında yemeseniz de olur. Ben bu tarz tatlıları yanında çay/kahve gibi bir içecek olmadan yiyemiyorum 😀 Bir kafeye oturup Alperen’le çay içtik, sonra da meşhur bir pastane olan Badem’e gidip orada biraz oturduk, oradan da dairemize geçtik. Uyumadan önce Instagram’da gezinirken iş yerinden arkadaşım olan Serdar’ın hikayesini gördüm. O da Saraybosna’daymış, hemen yazdım ve ertesi sabah kahvaltısı için sözleştik.
Bugünün başlığını voda koydum, su anlamına geliyor. Hem Blagaj’ın suyu, hem Kraviçe Şelaleri hem de Saraybosna’daki çeşmelerden sebep bu başlığı seçtim. Ayrıca ilk gün gittiğimiz kuzu çevirme mekanının adı Zdrava Voda yani ‘sağlıklı su‘ anlamına geliyordu 🙂
Üçüncü Gün: Aliya!
Sabah erkenden uyandık, şehri kimse yokken görmek istedik. Dükkanlar daha açılmamış, etrafta kimseler yoktu. Başçarşıyı baştan sona gezdikten sonra Alperen çorba içmek istedi. Hadzibajric diye bir esnaf lokantasına gidip çorba söyledik. Ben yine begova içtim, Alperen ise paça tercih etti. Çorba gerçekten lezzetliydi, burayı çok beğendik herkese tavsiye ederiz. Begova’ya 6KM, paçaya 13KM ödedik.
Hala daha erkendi o yüzden vakit geçirmek için AVM’ye doğru yürüdük. Yol üzerindeki Sönmeyen Ateş Anıtı‘na uğradık.
Bu anıt, 2. dünya savaşında hayatını kaybedenlerin anısına dikilmiş ve oradaki ateş de 1946 yılından beri yanıyor. Hatırlarsanız bir benzerleri Barcelona ve Bakü’de de vardı.
Biraz daha yürüyüp AVM’ye girdik, orada saatlere bakıp tereyağ aldık. Serdar mesaj attı, biz kahvaltı için hazırız dedi. Tramvaya binip börekçiye geçtik. Saraybosna’da şehir içi ulaşım çok kolay. Zaten çoğu yer yürüme mesafesinde, yürümek istemezseniz de tramvay ve otobüsler var ödemeyi içeride şoföre yapabiliyorsunuz. Serdar ve eşiyle börekçide buluşup oturduk. Garson geldi “ne yersiniz abi” dedi, Saraybosna’da Türk olduğunuzu anlayınca hemen abi diyerek konuşmaya başlıyorlar 🙂 Biz hepsinden azar azar ortaya istedik 🙂
Börekçinin adı Buregdžinica Bosna, en meşhur iki börekçiden biri, diğeri de Buregdžinica Sač. Börekleri çok beğendik, sanırım en güzeli ıspanaklıydı. Yoğurt da böreğe ayrı bir tat katıyor, az miktarda ekleterek deneyebilirsiniz. Fakat ayran fikrine çok alışamadım, börek yanında en iyi çay gider 🙂
Kahvaltıdan sonra çok oyalanmadan kalktık, daireye gidip çıkışımızı yaptık. Oradan da Aliya İzzeetbegoviç‘in kabrine gittik. Yol biraz yokuşlu olsa da görmeden dönmek istemedik. Hepiniz zaten tanıyorsunuzdur fakat kısaca bahsetmem gerekirse Aliya İzzetbegoviç Bosna Hersek’in ilk cumhurbaşkanı. Bosna’nın en zor yıllarında ülkeyi yönetti ve acıya, katliama, gözyaşına şahit oldu.
Aliya İzzetbegoviç‘in sevdiğim bir çok sözü var, hatta Youtube kanalımın açıklama kısmına 10 yıl önce onun bir sözünü yazmıştım hala da orada duruyor. İşte o söz:
Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için gökyüzünün öğrencisi olmak lazım
Ve tabii ki Srebrenitsa katliamının 30. yıl dönümünde hala anlamını koruyan o söz:
Ve her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.
1995 yılında Avrupa’nın göbeğinde bir katliam gerçekleşiyor, çok garip değil mi? Daha da garip olanı 2025 yılında hala dünyada katliamlar/soykırımlar var. Sosyal medyanın bu kadar yaygınlaşıp herkesin her şeyden haberdar olabildiği bu günlerde katliamlara nasıl müsaade ediliyor anlamak güç. Gelecekte dönüp geriye baktığımızda “gözümüzün önünde katliamlar yapıldı ve biz nasıl bunlara tüm benliğimizle karşı çıkmadık” diyerek pişman olacağımızı düşünüyorum…
İzzetbegoviç için dua ettikten sonra havalimanına doğru yola çıktık. Normalde ben de Alperen’le birlikte dönecektim fakat gelmişken Saraybosna’yı biraz daha gezmem gerektiğini düşündüm ve bir gün uzattım gezimi. Havalimanına gidip aracımızı teslim ettik, herhangi bir sorun yaşamadık zaten arabaya gözümüz gibi bakmıştık.
Alperen’i yolcu ettim ve merkeze dönmek için otobüs durağında beklemeye başladım. Bir minibüs yanaştı ve merkeze gidiyorsan atla dedi. Ne alaka diye bakarken içerideki yolcuları gördüm onlar da elleriyle beni araca davet etti. 5€ dedi şoför, belediye otobüsünü bekleme boşuna hızlıca gideceğiz diye ekledi. Ben de iyi madem diyerek minibüse oturdum. Yanımda orta yaşlarda bir çift vardı selam verdiler, tanıştık. Yunanlarmış ve Türkçe öğreniyorlarmış, Türkiye’yi çok seviyorlarmış. Girit adasında yaşıyorlarmış, benim de Girit’te bir arkadaşım olduğunu söyledim, ismini sordular söyledim ama tanımadılar sadece bu soy isim Giritli soy ismidir dediler 🙂
Merkezde indim, bir tura kaydolmuştum ve başlamasına bir saat zaman vardı. Ben de Serdar’a yazdım buralardaysanız birlikte yemek yiyebiliriz dedim. O da kuru et aldığını 15 dakikaya geleceğini söyledi. Ben de sebilin orada oyalanırken bir berbere rastladım, bari tıraş olayım zamanı değerlendireyim dedim. İçeri girdim, bir tane orta yaşlarda kadın köşede oturuyordu. Sakallarımı kısaltmak istiyorum dedim, tamam dedi kadın, peki kim yapacak diye sordum, “ben yapacağım” dedi. Berber kadındı, iyi denk gelmişti çünkü kadın berbere tıraş olmayı hep deneyimlemek istemiştim. Oturdum koltuğa sadece kısaltalım dedim, o esnada köpüğü aldı ve sakallarıma sürmeye başladı. Usturayla ıslak tıraş yapacaktı, ben de madem oluyorum tam olalım dedim ve sesimi çıkarmadım.
Biraz acıtıp kanatsa da yetenekli olduğunu söyleyebilirim. Arkada asılı birkaç asker fotoğrafı vardı, bunlar kim diye sordum, “Tito” dedi, “Tito Yugoslavya” Tito’yu da seven ve saygı duyan çok kişi vardı Bosna’da, her yerde posterlerini görmek mümkündü. Tıraş için 10KM ödedim ve dışarı çıktım.
Serdarlar gelmişti, oyalanmadan Pekara Kovači adında meşhur pizzacıya gittik. Bu dükkan Aliya İzzetbegoviç‘in kabrinin yakınında yer alıyordu yani o yokuşu tekrar çıkmış oldum 🙂 Pizzacıya gittik, içeri girmek için kapı ararken sürgülü pencereden bir adam “siparişler buradan” diye bağırdı. Kart geçiyor mu diye sorduk çünkü hiçbirimizde fazla nakit kalmamıştı kalan paraları dönmek için kullanacaktık. Çoğu yerde olduğu gibi burada da kart geçmiyormuş. Peki burada oturacak yer yok mu diye sorduk, hayır yok self servis dedi adam. Yani pizzayı elimize alıp mezarlığın yanında yiyecektik. Tadımız kaçtı ve vazgeçtik. Dünyanın en iyi pizzasını da yapsa(eminim yapmıyordur) bu şekilde hizmet vermesi bence hoş değil. Dilim pizza satsa anlarım da koca pizzayı ben ayakta nasıl yiyeyim? Yani burayı önermiyorum arkadaşlar, o yokuşu çıkmayın bence başka güzel restoranlara bakabilirsiniz. Zaten pizza bence çok abartılıyor, Roma’da yedim yetti işte her gittiğim ülkede yememe gerek yok diye düşünüyorum 🙂
Turumun başlamasına çok az kalmıştı o yüzden hızlıca bir şeyler yemem gerekiyordu, hemen bir hamburgerci bulduk ve orada hızlıca karnımızı doyurduk. Ben de Serdarlarla vedalaşıp tura doğru koştum. Turun başlayacağı yere gittiğimde bir tane Avusturalya’lı turist bekliyordu, sonra Londra’lı, İtalyan ve Portekiz’li birileri daha geldi ve tura başladık. Tur rehberimiz Adis Sebil‘den turu başlattı.
Bu sebil Osmanlı tarafından yaptırılmış, tarih boyunca(savaşlar sebebiyle) iki kez yıkılmış ve tekrar yapılmış, etrafı genişletilip bir meydan haline getirilmiş. Rehberimiz dedi ki “bu sebilden su içen mutlaka bir kez daha Saraybosna’ya gelir” ve hepimizi toplayıp çeşmeden su içirdi 🙂
Bakırcılar çarşısına doğru devam ettik, rehberimiz bize çarşı ve bakırlar hakkında bilgiler verdi. Dedi ki renkli olan ürünleri almaktan kaçının onlar Türkiye’den geliyor burada üretilmiyor. O an kafamda şimşek çaktı ve önceki gün aldığım bakır kahve fincanı seti aklıma geldi. Arnavut kadın bunlar Türk yapımı demişti biz de şaka yapıyor sanmıştık ama doğruymuş. Kendimi İstanbul’a gelip Çin malı ürün alan turist gibi hissettim 😀 Aklınızda bulunsun orada yapılan bakır ürünler renksiz oluyormuş ve köşelerinde aile mühürleri yer alıyormuş. Rehberimiz bizi bir dükkana soktu. Burada genç bir çocuk bakırı dövüyordu, rehberimiz bizim için sunum yapmasını istedi. Çocuğun adı Aliya’ydı, kendisi dördüncü kuşak bakır ustasıymış.
Aliya bize dükkandaki ürünlerini tanıttı. Savaştan kalan bombaları işleyerek vazo yapıyorlarmış, en çok satılan ürün cezveymiş herkesin evinde bu bakır cezvelerden bulunurmuş(artık bende de var) Aliya bizim için bir bakır parçası aldı ve küçük bir ayraç yaparak hünerlerini gösterdi.
Burada Mostar köprüsünü işliyor bakıra, bitmiş hallerinden de örnek gösterdi, gerçekten bir sanat eseri! Saraybosna’ya yolunuz düşese Bakıcılar Çarşısı’na uğramanızı şiddetle tavsiye ederim.
Tura devam ediyoruz, nehir tarafına çıktık ve su boyunca yürüyerek tarihi öğrendik. Sarajevo City Hall‘un yanından geçerek köprünün karşısındaki evi gördük. Bu evin ismi İnat Kuca yani inat evi. Hikayesi ise şöyle, belediye binası inşası için nehrin kenarında bir yer bulunur fakat burada bir adamın evi vardır. Belediye adamın evini satın almak ister ama adam o kadar inatçıdır ki ne teklif edilirse reddeder. En sonunda ise evin tüm taşlarının nehrin karşısına taşınıp aynı şekilde inşa edilmesi şartıyla kabul eder. Bu inadından dolayı bu eve İnat Evi adını verirler 🙂 Ev şu an restoran olarak hizmet veriyor.
Nehrin karşı tarafından yürümeye devam ettik. Rehberimiz bize 1984 kış olimpiyatlarının burada yapıldığını, nehirden olimpiyatların tepeye çıkan bir teleferik sistemi olduğunu söyledi. Ardından Latin Köprüsü‘ne doğru yürüdük. Buranın önemi ise 1. Dünya Savaşını başlatan yer olması. Hepimiz ilkokulda öğrenmişizdir, Avusturya-Macaristan veliaht prensi Ferdinand, Sırp suikastçi Gavrilo Princip tarafından öldürülür ve bu suikast zaten başlamasına an kalan savaşın bahanesi olur. Suikast tam olarak bu köprünün üzerinde gerçekleşir, Ferdinand ve eşi Hotel Europe’da konaklıyorlarmış, toplam 8 tane Sırp suikastçı varmış.
Şehrin içine girerek Sinagogu gördük, rehberimiz Saraybosna için Avrupa’nın Kudüs’ü benzetmesi yaptı. Burada 3 din birlikte yaşamış. Şimdilerde çok az yahudi kalmış, müslüman ve hristiyanlar yarı yarıya gibi bir orandaymış. Taşlıhan‘ın kalıntılarına gittik, zamanında burası büyük bir kervansaraymış ve aynı anda 100 at, 500 konuk kapasitesi varmış. Burayı Gazi Hüsrev Bey yaptırmış, 3 güne kadar konaklamalar ücretsizmiş. Evet yanlış duymadınız, bedava 🙂 Neden 3 gün diye sorarsanız Bosna’da bir atasözü varmış; “Misafir üç günlüğüne misafirdir, dördüncü gün artık ev sahibidir” diye. Bizde de buna benzer sözler var aslında. 3 günün dinlenmek için yeterli olacağını düşünüp bedava yapmışlar, bence olağanüstü bir olanak keşke şimdi de olsa 🙂
Her yıl Ağustos ayında Saraybosna film festivali düzenlenirmiş ve bu sene 30.su gerçekleşecekmiş. Bezistan’a yani Gazi Hüsrev Bey Bedesteni‘ne gittik. Burası yine 16. yüzyılda Osmanlı tarafından yaptırılmış ve bölgenin en önemli ticari merkeziymiş. Kapalıçarşı’nın küçük hali gibi düşünebilirsiniz, içeride el yapımı ürünlerden tekstile her şey var.
Ardından Gazi Hüsrev Bey Camii‘nin avlusuna giderek oranın tarihini öğrendik. Camii’nin yanında bir saat kulesi var ve bu saat hicri takvime göre çalışıyormuş ve her gün günbatımında yani akşam ezanı saatinde 12:00‘a geliyormuş. Ben de önceki gün gün batarken bu kuleden ses geldiğini duymuştum.
Sonra Başçarşı’ya ilerledik, tam girişte eski Saraybosna ve yeni Saraybosna’nın ayrıldığı bir çizgi var. Bu çizginin iki tarafındaki mimari fark bariz bir şekilde belli oluyor. Bir tarafta Osmanlı etkisi, diğer tarafta Avusturya-Macaristan mimarisi.
Sağdaki duvarda gördüğünüz tabela ise bir çeşit oyun, bunu çevirip doğu veya batıya gidiyorsunuz. Biz de yaptık ve doğu yani Osmanlı tarafı çıktı 🙂
Ve Başçarşı‘da başlayan turumuz yine burada sona erdi. Turdan çok memnun kaldım, rehber aklımdaki tüm soruları cevaplandırdı. Zaten her Türk Bosna’ya biraz hakimdir, gidince anlayacaksınız çoğu şey aşina gelecek. Tur boyunca rehberin sorduğu her şeyi bilmiştim, yanımdaki İtalyan arkadaş “Bosna hakkında nasıl bu kadar şey biliyorsun, araştırdın mı” diye sordu ben de “Biz eskiden bir devlettik, kültürlerimiz çok benzer” dedim. Turda rehber Osmanlı ve Türklerden o kadar çok bahsetti ki, neredeyse her şeyde Osmanlı etkisi var.
Bu şekilde bir turla şehri öğrenmenizi tavsiye ederim, zaten yazılarımı okuyan bilir her gittiğim şehirde yürüyüş turlarına katılıyorum. Saraybosna’daki tur için haritadaki linke tıklayabilir veya benim gibi GuruWalk sitesinden rezervasyon yapabilirsiniz. Turda belli bir ücret yok, bahşiş usulü çalışıyor yani ne kadar verirseniz. Ben 10 KM verdim.
Ve turumuz bitti, günbatımına az kaldığı için rehber bize Sarı Tabya‘dan Saraybosna manzarası izlememizi tavsiye etti. Turdaki herkes de bu fikri beğendi ve hep birlikte Sarı Tabya‘ya tırmandık. Yolda genelde İtalyan Jacopo’yla muhabbet ettim, kendisiyle İtalya, basketbol ve balkanlar hakkında konuştuk. Tepedeyken tam gökyüzünün kızıllaştığı ana denk geldik, güneşi orada batırdık.
Sonra tekrar şehir merkezine indik, herkes acıkmıştı ayrılmadan önce birlikte yemek yiyelim dediler. Rehberimizin tavsiye ettiği Ferhatović’e gittik, burası Zeljo’dan daha iyiymiş. Ben de deneyip kıyas yapacaktım fakat o saatte mutfaklarını kapatmışlar müşteri kabul etmiyorlarmış. Biraz şansımı zorlayıp oturmaya çalıştım ama yarın gel artık kapatıyoruz dediler 🙁 Biz de Dveri adında başka bir yere gidip oturduk. Burada yine cevapi yedim ama sosis şeklinde olanlardan denedim bu sefer.
Güzeldi beğendim ama köfte olanları tercih ederim açıkçası. Yemekten sonra ayrıldık, trileçe bulmak için Başçarşı tarafına gittim. Neden? Çünkü doğum günümdü 🙂 Evet geçen sene Roma’da tiramisuyla yeni yaşıma girmiştim bu sene de trileçeyle Saraybosna’da girecektim. Bir tane tatlıcı gördüm, trileçe aldım ve mum istedim, çalışanlar Türkçe biliyordu yardımcı oldular sağ olsunlar. Sebil’in önüne giderek fotoğraf çektirdim ve 28. yaşıma Bosna’da girdim.
Trileçemi yedikten sonra daireme geçip günü bitirdim. Yorucu bir gün olmuştu ama verimli geçmişti, iyi ki bir gün daha kalmıştım.
Bugünün başlığına Aliya yazmamın sebebi ise hem Aliya İzzetbegoviç hem de bakırcı çocuğun adının Aliya olmasıydı.
Dördüncü Gün: Doviđenja!
Son kez dobro jutro!
Artık gitme zamanı gelmişti, sadece birkaç saat vaktim vardı. Kahvaltı için Buregdžinica Sač adlı börekçiye gittim. Kalabalıktı, zar zor oturacak yer buldum. Tüm garsonlar Türkçe öğrenmiş, her kelimenin sonuna “abi” ekliyorlardı ve komik duruyordu 🙂 Boşnak böreği alacaktım fakat fırından yeni çıkan Boşnak mantısını görünce denemek istedim, bir porsiyon boşnak mantısı yanında da ayran aldım
Nasıl buldum? Bayıldım! Hamurun çıtırlığı ve kıymanın lezzeti birleşince şahane bir tat ortaya çıkıyor. Şiddetle tavsiye ederim!
Kahvaltıdan sonra kuru et almak için Gradska tržnica Markale adında kapalı pazara gittim. Burası şarküteri dükkanlarının bulunduğu bir pazar. Bir tur attım ve Serdar’ın önerdiği Meat Shop by Eldar Babić‘den biraz kuru et aldım. Dükkanların önünden geçerken devamlı çağırıp ısrarla ürünlerinden ikram ettiler. Almayacağımı ve tok olduğumu söylememe rağmen yedirdiler, kaymak ve peynire doydum 🙂
Kuru et aldıktan sonra zaman geçirmek için çarşıda turladım. Badem pastanesine giderek krempita denedim ve oldukça beğendim. Zaten bu tarz hamur işlerini severim genelde. Daireme dönüp toparlandım ve çıkış yaptım. Havalimanı otobüsü için internette fazla bir bilgi bulunmuyor, yalnızca bu site var ve onda da detaylı bilgi yok. Başçarşının ordaki tramvay durağından geçtiğini öğrendim, ödemeyi şoföre yaptım 5KM ücreti var. Yarım saatlik yolculuktan sonra havalimanına ulaştım.
Check-in, kapıya geçiş işlerini hızlıca halledip uçağa bindim. Tekrar söylüyorum havalimanı gayet iyi. Bir saatlik uçuştan sonra İstanbul’daydım. Bu uçuş benim 120. uçuşumdu. Bosna bize çoğu ülkeden daha yakın, her iki anlamda da yakın! Güzel bir gezi oldu, buraya mutlaka bir kez daha gitmek istiyorum. Kimle giderim, ne zaman giderim bilmiyorum 🙂
Sık sorulan sorular?
Ne kadar harcadım?
Toplam 400€ harcadım. Uçak bileti, araç kiralama, konaklama, yeme-içme, alışveriş dahil. Bunu kısmak mümkün, konaklama ve uçak biletleri oldukça uygun Bosna’da.
Saraybosna/Mostar kaç günde gezilir?
Saraybosna için iki tam gün, Mostar ve çevresi için de iki tam gün gerekir diye düşünüyorum.
Bosna güvenli mi?
Gördüğüm kadarıyla oldukça güvenli. İspanya ve İtalya’daki kadar güvensiz hissettirmedi. Yine de her zaman dikkatli olmak lazım tabi. Dışişleri bakanlığının sayfasını incelemenizi tavsiye ederim.
Bosna’ya kimlikle gitmek mümkün mü?
Henüz değil. İki ülke arasında kimlikle seyahat duyurusu yapılmıştı fakat henüz geçiş yapılmadı yani pasaporta ihtiyacınız olacak.
Gelelim teşekkür kısmına!
Gezinin planlama aşamasında bana yardımcı olan başta Aziz olmak üzere iş yeri arkadaşlarıma,
Bize güzel bir daire kiralayıp her konuda yardımcı olan ayrıca bu yazıyı yazarken kendisinden bilgiler aldığım Nejra Hanım’a(Hvala!)
Saraybosna’da bize eşlik eden Serdar ve kıymetli eşine,
Bu geziyi paylaştığım ve birlikte öğrenip eğlendiğim aziz dostum Alperen’e teşekkürlerimi sunarım.
Güncel uçuş haritam için:
Bir sonraki gezimde görüşmek üzere, kendinize çok iyi bakın! 🙂