Arigato – Tokyo – Japonya – 日本
Konniçiva!
Son seyahatimin(Yunanistan) üzerinden yaklaşık 6 ay geçti. Sert ve üzücü bir kışı atlattıktan sonra havaların ısınmasıyla planlar yapılmaya başlandı. Schengen vizemin süresi dolduğu ve tekrar vize telaşına girmemek için vizesiz gidebileceğim bir yer arayışındaydım. Avrupa dışında bir yer bakıyordum, farklılığı hissetmek istiyordum. Tarih, kültür ve gezilecek görülecek yer bakımından zengin bir yer istiyordum. Tüm bunları bir araya getirince ve iş yerindeki arkadaşlardan da şiddetli bir şekilde tavsiye alınca Japonya‘da karar kıldım 🙂
Önceleri benim zihnimdeki Japonya; dar sokakların, yüksek binaların, kalabalık caddelerin olduğu ve her şeyin teknolojik aletler vasıtasıyla yapıldığı bir ülkeydi. Sonra biraz içine girince aslında öyle olmadığını, yeşilliğin, eski yapıların ve geleneklerin yoğun olduğu bir yer olduğunu öğrendim.
Hepimiz Japonları ve Japonya’yı küçüklüğümüzden itibaren bir şekilde duymuşuzdur. Filmler, haberler, teknolojik ürünlerde Japonya ister istemez karşımıza çıkar. Benim ise Japonya ile ilgili ilk anılarım şu şekilde:
İlkokulda (3. veya 4. sınıfız sanırım) sınıf öğretmenim Japonların yaptığı insansı Asimo robotuyla ilgili araştırma ödevi vermişti, öğle arasında okulumuzun bilgisayar sınıfına gidip orada araştırma yapıp diskete(Floppy disk) kaydedip öğretmenime teslim etmiştim. Asimo‘yu araştırınca hayranlık duymamak elde değildi, o yaşlarda böyle bir robot herkesin ilgisini çekerdi. Hatta yakınlarda Asimo projesinin sonlandığı haberini görünce biraz duygulanmıştım…
Japon Pazarı, Japon oyunları, Japon arabaları, Japon yemekleri, Japon kamera, saat ve diğer elektronik markalarla da iyice aklıma kazınmıştı Japonya. Ha bir de Hızlı ve Öfkeli: Tokyo Drift var tabi ki 🙂
Bu müzikle moda girdiğimize göre hadi başlayalım!
Planlama Aşaması
Eveet gelelim en sevdiğim kısma: Planlama! ✍
Sosyal medyadan Japonya’da yaşayan Türkleri ve Japonyanın gezi sayfalarını takibe aldım, Bloglardaki gezi yazılarını okudum ve en önemlisi oraya yakın zamanda giden arkadaşlarımla konuşup bilgi aldım. Bu süreçte en ince ayrıntısına kadar beni bilgilendiren Burak Emre ve Cenk’e çok teşekkür ediyorum 🙂
Bu aşamada şu ikilem beni bir hayli düşündürdü: Sadece Tokyo mu yoksa Tokyo ile birlikte Osaka tarafı(Kyoto,Kobe,Hiroşima) da gezilebilir mi?
Bir hafta zamanım vardı, normalde bu sürede çoğu Balkan ülkesini baştan sona gezebilirsiniz. Aslında ben gittiğim her ülkede en popüler şehir(Genelde başkent olur) dışında ikinci bir şehri gezip görmeye çalıştım. Bu diğer şehirler genelde en popüler şehirden daha fazlasını verir, asıl olay oralardadır, çok şey öğretir. Fakat tecrübeli arkadaşlarımla konuştuğumda bir haftanın Tokyo için anca yeterli olacağını hatta az bile geleceğini belirttiler. Hem bu sebeple hem de ulaşım ve konaklama maliyetlerimi arttırmamak için yalnızca Tokyo’da karar kıldım. Türk Hava Yolları yıl sonunda Osaka uçuşlarını yeniden başlatacak, oraya gidip Shinkansen(hızlı tren) ile civar şehirlere gitmeyi planlıyorum 🙂
Konaklama olarak her zaman yaptığım gibi en uygun ve en merkezi yeri tercih ettim. Sıkılmamak ve yeni insanlarla tanışmak için Hostel tercih ettim. Kaldığım hostelin ismi: Unplan Shinjuku, kaldığım en iyi 2. hosteldi, ilk sırada Selanik Zeus var tabi 🙂
Eveet detaylı bir planlamanın ardından uçuş zamanı geldi, uzun(12 saat) bir uçuş olacağı için eşofman giydim, havalimanına gittim, Global Exchance ofisinde TL’den Yen’e para çevirdim(41 bin Yen), harç pulu alıp pasaport pozu verdikten sonra biraz Duty Free’de parfüm inceledim(rutin oldu artık)
İlk defa bu kadar uzun uçuş yapacaktım, 12 saat nasıl geçecekti, uçuş gece 2’deydi ve hiç uyumadan gitmiştim acaba uçakta uyuyabilecek miydim? Ben düşüncelere dalarken koca 777 motorlara tam güç verip havalandı. Bu uçak başka bir şey ya, muazzam bir makina!
Bir müddet sonra seyahat kitleri dağıtıldı, bir de ne göreyim sponsoru olduğumuz Şampiyonlar Ligi baskılı çanta geldi! Çok sevinmiştim, çok kısa bir sürede dağıtılan ve koleksiyon değeri olan bu çantaya sahip olmak güzel bir ayrıcalıktı kuşkusuz.
Sonra menüden(o da şampiyonlar ligi tasarımlı tabi) yemeğimi seçtim, Ananaslı Tavuk vardı menüde, güzelce yedikten sonra IFE(Uçak içi eğlence) sisteminde uçuş durumuna baktım hala 9 saat var 🙂 Dedim bi film izleyeyim vakit geçsin, The Menu filmini merak ediyordum onu görünce açtım izledim, yine uykum gelmemişti bari bi belgesel açayım uykum gelir dedim. Japonya ile ilgili bir belgesel buldum onu izledim biraz uykum geldi ve uyudum, bi uyandım 4 saat geçmiş inişe 3 saat filan kalmış 🙂 İnişten önce ikinci servis olan kahvaltı servisi başladı, omlet ve kahvaltılıklar vardı gayet beğenerek yedim.
Kahvaltıdan sonra inişe az kala biraz müzik dinlemek istedim, IFE sisteminde Dilek Türkan‘ı gördüm ve An albümünü keyifle dinlemeye koyuldum. Oranın yerel saati ile 20:00 gibi indik. Uçakta kabin ekipleri 2 adet form dağıttı bu formlar gümrük beyannamesi ve yolcu beyannamesi gibi formlar. İngilizce ve Japonca yazıyor, bir kısmını uçakta doldurdum kalan kısmını da havalimanında doldurdum. Bu formlar önemli çünkü daha önce bu formları düzgün dolduramadığı için INAD prosedürü işletilen olmuş. Gümrükte kalacağım yeri sordu görevli, ben de daha önce çıktı aldığım kağıdı gösterdim, sticker yapıştırıp işleminiz tamam diye pasaportumu geri verdi, ülkeye resmi olarak giriş yapmıştım.
İlk Gece: Konniçiva!
Evet ülkeye girişimi yaptım, valizimi alıp metroya doğru yöneldim. Bu arada bagaj teslim kısmında bir şey dikkatimi çekti. Yolcuların bagajlarını banttan daha rahat alması için bir görevli vardı. Zaten Japonya’da en basit şey için bile görevli yerleştirmişler bunu ilerleyen günlerde görecektim ama bu oldukça enteresandı. Video çekmek yasak olduğu için size gösteremiyorum ama örnek bir video buldum Youtube’dan:
Bu bana ilkten çok ince bir davranış gibi gelse de bir miktar görevliyi izleyince kendimi onun yerine koyarak üzüldüm. Neyse devam edip metro çıkışına geçtim ve oradaki görevliye Shinjuku istasyonuna nasıl gideceğimi sordum, 2 aktarma ile gidebilirsin deyip tarif etti. Daha önce Burak’tan aldığım Pasmo kartına Yen yükledim ve metro haritasının önüne geçtim. Bir müddet inceledim ve “ben şimdi ne yapıcam” dedim 🙂 İşte o görüntü:
İlkten çok karmaşık ve çözülmesi imkansız gözükse de zamanla alıştım ve sistemi anladım. Bir JR Line var, bu hat en popüler noktalara gidiyor, bir de diğer metro hatları var bunlar da popüler semtlerden onların uzantılarına gidiyor. Bizdeki Marmaray hattına dikine hatlar yapılmış gibi düşünün. Kartlarda ise 3 farklı sistem var JR linelarda geçen JR Pass, diğer metro hatlarında geçen Subway Pass ve tüm ulaşımlarda geçerli olan Pasmo kartı. Benim tavsiyem Pasmo kart olur çünkü diğerleri ulaşımınızı kısıtlayıp biraz uğraştırabiliyor. Girişte bi Pasmo alın bittikçe doldurup kullanın 🙂
Yaklaşık bir buçuk saat sonra hostelime varmıştım. Personel çok güzel karşıladı ve check-inimi yaptım. Girişte havlu ve terlik kiralayabiliyorsunuz çok sevdim bu olayı, havluları taşımak veya yıkamakla uğraşmaktansa 100 Yen‘e hem yüz hem banyo havlusu kiraladım. Diğer bilgiler için aşağıya görseli ekliyorum 🙂
Odamdaki kabinime yerleştim sonra alta inip bir şeyler yemek istedim. Hemen hostelin karşısındaki Seven Eleven marketten Onigiri ve yeşil çay alıp atıştırdım. Onigiri neydi, Onigiri candı, bir haftalık maceramda hayatımı kurtaran şey oldu. Hem her yerde bulunabiliyor hem de tadı mükemmel ❤️ İçeriği ise pirinç, balık ve yosun. Farklı türde olanları da var ama ben Ton Balıklı ve Somon balıklı olanlardan aldım, herkese tavsiye ederim 🙂
Ardından hostelin alt katındaki bara giderek limonlu/naneli buzlu su içtim ve oradaki barmenle sohbet ettim. Türk olduğumu duyunca bana “Sizin çok güzel nargileleriniz var, çok kaliteli” dedi, şaşırdım tabi ülkemizin adını duyunca adamın aklına ilk nargilenin gelmesi garip geldi 🙂 Yarın gel saat 20/20:30 arası her şey yarı fiyatına dedi ben de olur dedim sözleştik. Biraz sohbet ettikten sonra odama geçip uyudum.
İlk Gün: Ohayo!
Ohayo Gozaimaaaasss!
Japonya’da ilk sabahıma uyandım, duş alıp kahvaltıya indim. Saat 11’e kadar ücretsiz kahvaltı veriliyor, ürün çeşidi az olsa da fena değildi en azından aç karnına güne başlamıyordum. Atina’da kaldığım hosteldeki ücretsiz kahvaltı çok daha genişti ama bundaki yoğurt çok hoşuma gitmişti, jöle gibi kıvamı vardı ve tadı şahaneydi ❤️
Kahvaltıdan sonra halletmem gereken bir iş vardı, Sim Kart almak… Aslında havalimanında alacaktım ama aklımdan çıkmış ne yazık ki. Daha önceki gezilerimde hiç sim almamıştım, çevrimdışı haritalar veya Wifi noktalarıyla hallediyordum ama burada lazım olur diye düşündüm, çok büyük ve karışık bir şehir internetsiz olmazdı. Hostel yakınlarında bir dükkana sim kart sordum görevli beni anlamadı, sim kart diyorum telefonunun sim yuvasını gösteriyorum anlamıyor. Wifi’ye bağlanıp Google Translate açtım görevliye sim kartın Japoncasını gösterdim, “aa simu kardo” dedi evet dedim ondan yok gibi bir işaret yaptı… Aklıma Cem Yılmaz’dan balzamik sos anısı geldi 😀
Birkaç yere daha sordum yoktu, sonra aklıma Furkan’ın önerdiği uygulama geldi: Airalo
Buraya girip dakikalar içinde 10 GB’lık paketi aldım, 3 dolarlık da indirim buldum 15 $’a geldi ve bana fazlasıyla yetti. Yurt dışına çıkacaklara kesinlikle tavsiye ederim, internetten kurulum yapılıyor kartı çıkar tak ile uğraşmıyorsunuz, çok pratik! KAZIM5525 koduyla da 3$ indirim alabilirsiniz 🙂
Sim işini de hallettikten sonra yola koyuldum, ilk durağım: Shibuya!
Shibuya Tokyo’nun en popüler semtlerinden biri, buraya en az bir gün ayırmanızı tavsiye ederim. Shibuya ile Üsküdar’ın kardeş semt olduğunu biliyor muydunuz 🙂 Shinjuku istasyonuna 3 durak mesafede olan Shibuya’ya iner inmez o meşhur cadde karşıladı beni. Burası dünyanın en büyük ve kalabalık yaya geçidi, saniyeler içinde ışıklarda binlerce insan birikiyor ve yeşil yandığında bir görsel cümbüş meydana çıkıyor:
Muhteşem geçitten geçtikten sonra bir de yukardan görmek istedim ve hemen karşıdaki Starbucks’ın 2. katına çıkarak bir de öyle izledim, hızlandırılmış bir video çektim.
Bir sonraki durağım hemen geçidin karşısındaki Hachiko heykeliydi. Belki hikayesini biliyorsunuzdur, filmi de yapıldı. Haçiko isimli köpek her gün sahibini Shibuya metro istasyonu önünde bekliyormuş, sahibi(üniversitede profesör) bir gün geri dönmemiş çünkü kalp krizi geçirerek ölmüş. Hachiko inatla sahibini beklemiş, tam 9 yıl aynı yerde bekledikten sonra o da hayata gözlerini yummuş :/
Bu hüzünlü olayın anısına sadakatin sembolü olarak Hachiko’nun öldüğü yere heykeli dikilmiş, aynı zamanda metro çıkışının adı da Hachiko çıkışı yapıldı.
Shibuya’yı keşfetmeye devam ediyordum, Türk dönerci dükkanına rastladım, biraz sohbet ettik “buralarda yaşamak çok zor” diye sitem etmeye başlayınca hayırlı işler diyerek hemen ayrıldım oradan 😀 Dönerin yarısı tavuk yarısı et şeklindeydi, denemeyi düşündüm ama sonra vazgeçtim sonradan orda döner yiyen bir arkadaşım da “iyi ki yememişsin güzel değil zaten” dedi.
Apple mağazası gördüm ve fiyatları incelemek için hızlıca bakıverdim.
Biraz acıkmıştım, atıştırmak için Family Mart’a girip Fami Chicki yedim. Bir de üstüne Sushi Zanmai‘den suşi yedim iyice doydum. Suşi’yi ilk defa Japonya’da denedim, İstanbul’da hiç yememiştim. En risksiz, en standart olan Nigiri çeşitlerinden denedim
Diğer maki roll(yosun ile sarılı) çeşitlerini de sonra denerim diye düşündüm ama fırsat olmadı 🙂 Çıkıp biraz daha etrafı dolaştıktan sonra bir oyuna rastladım, makineye bozuk para atıyorsunuz sonra o parayla içerdeki paraları düşürmeye çalışıyorsunuz, düşürdüğünüz sizin oluyor. Çok garibime gitmişti teknoloji devi Japonların bu tarz oyunlar oynaması çünkü sen Japonsun akıllı adamsın bi kere 😀 Bunun aynısı Ankara Gençlik parkında var, yıllar önce gidip oynamıştık, içerisi serseri doluydu 🙂
Sonraki durağım Shibuya Parco oldu, burasının 6. katında Pokemon Center ve Nintendo Store var. İşte videoları:
Biraz acıkmıştım ve yolumun üzerinde daha önce işaretlediğim pankekçi vardı. Japon pankekleri İstanbul’da da meşhur oldu biliyorsunuz, ben de yerinde denemek istedim. Flipper’s dünyanın birçok yerinde dükkanı olan Japonya’dan çıkma bir pankekçi. Bu pankekler sufle pankek olarak da geçiyor, normalinden fazla kabarmış ve yumuşak bir yapısı var, tadı ise çok hafif, üzerindeki krema da alametifarikası! Gerçekten çok beğendim ertesi gün yine başka bir yerde pankek yedim 🙂
Toplamda 2000 yenden fazla tuttu hesap, en son çıkarken de küçük paketlenmiş pankek aldım akşam yerim diye düşündüm. Enerji depoladıktan sonra Yoyogi parkına doğru yürümeye başladım, yolda giderken çok enteresan bir şeyle karşılaştım sizle de paylaşayım
Meğer o gün Türkiye Festivali varmış ve orada yaşayan Türk esnaflar stantları açıp ürünlerini satıyormuş. Ben de sonuna denk gelmişim, orada bir parça müzik dinleyip etrafı turladıktan sonra Yoyogi Parkı‘na geçtim. Hava hafif yağmurluydu, elimde şemsiyem geziyordum. Normalde yağmurdan çok rahatsız olur, yağmur yağdığında bir şey yapmak istemem(her ne kadar Rizeli olsam da) fakat orada yağmur şehre ayrı bir güzellik katıyor bence. Japonya’da insanlar yağmurla yaşamaya alışmış, hayatlarını olumsuz yönde etkilemiyor. Hemen o katlanabilir yağmurluklarını ve şeffaf şemsiyelerini çıkartıp işlerine devam ediyorlar. Ayrıca altyapı da çok iyi olduğu için su göleti oluşmuyor ve ayaklar ıslanmıyor. Yoyogi parkında yeşilliklerin içinde bir miktar huzur depoladıktan sonra Meiji‘ye doğru yola koyuldum.
Elimde şemsiye yürürken yolda bir adamla karşılaştım, adamın mesleği köpek gezdirmekmiş 🙂 Biraz sohbet ettik, o gün 15 köpek gezdiriyormuş ama rekoru 34 köpekmiş. Köpeklerin hepsi çok tatlıydı ve Japonların oldukça ilgisini çekiyordu. Japonya’da(ve birçok gelişmiş ülkede) sokakta kedi köpek gibi hayvanlar pek bulunmuyor, bir hafta boyunca sadece bir tane sokak köpeği ve 2/3 tane kediye rastladım.
Kısa bir yürüyüşün ardından Japonya’nın en popüler tapınaklarından biri olan Meiji Tapınağı‘na varmıştım. Tapınak girişlerindeki bu kapılara hayran kalmamak elde değil. ⛩ Bu kapılara Torii kapısı deniliyor ve kutsal mekana geçişi simgeliyor. Meiji Tapınağı, İmparator Meiji adına yapılmış bir Şinto tapınağı. İmparator Meiji ise modern Japonya’nın temellerini atan, dışa kapalı Japonya’yı dünyaya açan hükümdar. Bu tapınağın etrafında 365 farklı türden 100 binden fazla ağaç bulunuyor. Fotoğraftaki kapıdan sonra iki tarafı ağaçlarla çevrili çok hoş bir yoldan 15 dakika yürüdüğüm ve tapınağa ulaştım.
Tapınağı detaylıca gezdikten sonra Şinto Rahibi ile tanıştım ve biraz sohbet ettik. Bana daha önce Türkiye’ye geldiğini ve çok sevdiğini, tekrar gelmek istediğini söyledi. Ben de ona Kapadokya’yı tavsiye ettim(Biz binemiyoruz bari sen bin balona hocam) O da bana Şinto dinine göre dua etme şeklini gösterdi. Yazının devamında başka bir Şinto tapınağından dua videosu paylaşacağım. Şinto dua ritüelini yaptıktan sonra dilek kağıtlarına güzel dileklerimi yazıp sandığa attım ve dönüş yoluna koyuldum.
Shinjuku‘ya hızlıca vardıktan sonra hostele giden yolda Uniqlo mağazası çıktı karşıma. Zaten Uniqlo’yu bana tavsiye etmişlerdi ve her yerde görüyordum Tokyo’da, içeri girip bir şeyler baktım. Kendime bir mont ve aileme hediyeler aldım çıktım. Uniqlo‘da dikkatimi çeken şey şu oldu: Ürünleri alıp kasaya gittiğimde kasadaki görevli sepetimi masanın üzerine koydu ve 5 parça ürünün toplam fiyatını söyledi. Nasıl hesapladın, barkod okutmadın dedim, ürünlerdeki etiketlerde RFID teknolojisi var, okutmadan uzaktan algılıyor dedi. Güzel bir teknolojiydi, muhtemelen yakında ülkemizde de görürüz. Uniqlo’nun ürünlerinin renklerini ve bedenlerini çok beğendim tam bana göre tasarlanmış 😀 Japonya’dan döndükten sonra oraya giden arkadaşımdan bir tane de yağmurluk almasını rica ettim(Teşekkürler Emre) aklımda kalmıştı 🙂
Ve artık hosteldeyim, ilk günüm çok dolu geçmişti ve yorulmuştum. Marketten onigiri ve içecek bir şeyler alıp hostelin mutfağında atıştırıyordum. Birden yandan bir ses geldi ve İngilizce “Bu arada sen nereliydin” dedi. Döndüm baktım sarışın kalıplı bir çocuk, cevap verdim sen nerelisin dedim, “Avustralya” dedi ve başladık muhabbete. İsmi Jaiden, Tıp okuyor ilk kez yurt dışına çıkmış. Kısaca sohbet edip bir şeyler yedik ve hemen kaynaştık. Yarın ne yapıyosun diye sordu, ben de telefonumdan detaylı planımı açıp gösterdim, hoşuna gitti ve birlikte gidelim mi dedi. “Neden olmasın” dedim ve ertesi sabaha sözleştik.
İkinci Gün: Oişi!
Sabah 7 gibi uyandım, duş ve hazırlık sonrası kahvaltıya indim. Jaiden ile hızlıca kahvaltı yapıp planımızın üzerinden geçtik. Hava hafif yağmurluydu, şemsiyelerimizi alıp yola koyulduk. İçimden bir ses “Bugün fena saracak” diyordu 🙂 İlk durağımız Tsukiji Balık Pazarı! Burası dünyanın en büyük balık pazarı. Buraya sabahın köründe balıkçı gemileri yanaşıyor ve balıklar açık arttırmayla satılıyor. Çoğunluğu deniz ürünü olmak üzere onlarca yeme-içme dükkanları var.
Elimizde şemsiye, yağmurun altında balık pazarının caddelerini bir bir keşfetmeye başladık. İlgimizi çeken bir şey gördüğümüzde duruyor bir süre inceliyorduk(bazen yiyorduk) sonra devam ediyorduk. Burası Japon kültürünü anlamak için gidilmesi gereken yerlerden biri. Burada şunu fark ediyoruz: Japonya=Deniz. Hani bizde bir laf var ya “Denizden babam çıksa yerim” yok o biz değiliz Japonlar. Gerçekten denizdeki her şeyden istifade ediyorlar ve deniz ürünü olmadan yaşayamazlar!!(Neden yükseldim bilmiyorum)
Yürümeye keşfetmeye devam ediyorduk, önümüze Ice Matcha Latte yapan bir dükkan çıktı, yapılış şekli çok hoşumuza gitti birer tane aldık. Bu da videosu:
Japonya’da her şeye matcha katıyorlar, ama her şeye… Ben pek sevemedim matchayı, tadı bir garip geldi keskin bir kokusu var. İlerlemeye devam ettik, kuruyemişçi çıktı karşımıza ve dükkandaki adam bizi davet edip ürünlerini denetmek istedi. Biz de bedava ve ekstra bir şeye hayır demedik, denedik. 😀
En beğendiğim sağdaki top gibi olan kuruyemiş oldu, ortadaki metal pena benzeri aletle kabuğunu açıp ikram etti. Soldaki kaju ve arkadaki fıstık pek farklı değildi bizimkilerden. Bekleyin bir şey deneteceğim dedi, arkadan bir poşet getirdi, wasabi kaplı fıstık ikram etti. Jaiden yedi, çok güzel sen de dene dedi. Ağzıma attım ve aniden gözlerimden ateş çıkmaya başladı, acayip acıydı!
Keşfetmeye devam ediyorduk, gözüme kestirdiğim bir deniz ürününü tatmak istiyordum ama seçmek bir hayli zordu. Pişirilen deniz ürünlerine baktığımda “şöyle istavrit, palamut yok mu yav bunlar nedir” diyordum içimden. Bekleyin videosu var, göstereyim 😀
Böyle çeşit çeşit deniz ürünü arasından bir yerde kalamar bulduk salatalık turşusuyla birlikte yedik 🙂
Pazarda sebze meyveleri inceledik, gerçekten çok güzel gözüküyorlardı ama aşırı pahalıydılar. Örneğin eriğin kilosu 6500 ¥, 6 adet yenidünya 1100 ¥, bir salkım siyah üzüm 1000 ¥ gibi fiyatlarla karşılaştık. ₺ karşılığını merak ediyorsanız Yen’i 5’e bölebilirsiniz. Pazarda yaklaşık 2 saat geçirip her yeri karış karış gezdikten sonra çıkıp Ginza tarafına geçtik.
Burası Tokyo’nun zengin semtlerinden biri. Ginza’da meşhur bir pankek dükkanı vardı gidip tadına bakmak istedik. A Happy Pancake diye ünlü bir tatlıcı, aradık bulduk. Bu arada şunu da belirteyim Tokyo’da bazı işletmeler üst katlarda olabiliyor, konumdan bakarak varış yerine ulaştıktan sonra aval aval “nerde ki bu ya burası gösteriyor” dediğimiz oldu. Kat tabelalarını ve adresteki kat bilgisini kontrol etme alışkanlığını sonradan kazandım 🙂 6. kattaymış tatlıcı, önden rezervasyon gerekiyormuş. Hemen telefondan QR okutarak rezervasyon yaptık, biraz bekledik ve çağırdılar hemen çıktık. Bir önceki gün yediğim pankekten farklı bir şey yemek istedim ve bu yüzden sadece kremalı sipariş ettim, Jaiden da meyveli söyledi, işte fotosu 🙂
Pankeke bayıldım, önceki gün yediğim pankek gibi lezzetliydi hatta bunun kreması daha da enfesti. Pankek ve filtre kahve 1500 ¥ civarı tuttu(Su ücretsiz tabi) Güzelce pankek kahve eşliğinde lezzet şöleni yapıp biraz da istirahat ettikten sonra yine yola koyulduk. İstikamet Hamarikyu Bahçeleriydi. Yürürken bir bina gördük, eski yapılı geniş bir bina üzerinde bir saat vardı, saatin altında ise SEIKO yazıyordu. İşte burası Seiko efsanesinin doğduğu yerdi. Seiko markasının doğuşunu ve bu binanın hikayesini bu yazıdan veya bu videodan izleyebilirsiniz.
Gelmeden önce arkadaşlarla konuştuğumda bana “Seiko almadan gelme” demişlerdi, ben de gelmeden araştırıp birkaç model belirlemiştim ve bulduğum yerde alacaktım. Meğer Jaiden da Seiko almak istiyormuş, madem öyle hazır buraya kadar geldik şu efsane binaya bi girelim dedik. İçeri girdik kapıda görevliler, lüks vitrinler bizi karşıladı. Saatlere yakından baktık, fiyatlar 800 bin ¥, 900 bin ¥. Görevliye sorduk, biz bakmıştık internetten böyle değildi bunun fiyatları neden bu kadar pahalı? Dedi ki “Seiko’nun üst klasman saatlerinin yani Grand Seiko‘ların satıldığı yer, düz Seiko modellerin satıldığı ileride bir mağazamız daha var, orada uygun fiyatlı saatler var” dedi. O kadar kibardı ki bizi diğer dükkana kadar götürdü, caddeye çıkıp eşlik etti resmen. Diğer Seiko mağazasında aradığımız klasmandaki saatler vardı ama istediğimiz modelden kalmamıştı. Ayrıca oradaki satış temsilcisi de o ana kadar Japonya’da karşılaştığım en iyi İngilizce konuşan kişiydi. Ondan biraz Seiko 5 serisi saatler hakkında bilgi aldık ve teşekkür edip çıktık. Saat alamamıştık, istediğimiz model için sonra başka bir mağazaya bakacaktık.
Çıkıp yolun karşısına geçtik, yine bir şey dikkatimizi çekti. Size anlatamam belki ama gösterebilirim…
Evet Nissan galerisi vardı ve o meşhur Nissan GT-R modeli sergileniyordu. Hızlı ve Öfkeli filminde efsane R34 modelinin üst modeli R35 vardı. Oradaki diğer araçları inceledikten sonra üst katta Sony mağazası varmış, orada da biraz vakit geçirdik. Merak edenler için PS5 60 bin ¥(%10 tax free de var)
Burayı da gezdikten sonra nihayet Hamarikyu Bahçeleri‘ne ulaştık. Burası gri Ginza semtinin kenarında yemyeşil bir park. İçinde göletler, av evleri ve türlü türlü bitkiler var. Ginza’nın devasa gökdelenleri Hamarikyu’nun göletlerine yansıyor ve hoş bir görüntü ortaya çıkıyor. Burayı da enine boyuna gezip doğayla iç içe huzur bulduktan sonra sıradaki durağımız bir Budist tapınağı olan Zojo-ji oldu.
Bu arada ben Japonya’dayken Fenerbahçe Ziraat Türkiye Kupası’nı kazanmış. Tabi saat farkından dolayı izleyemedim maçı, sabah bir uyandım haberi görüp mutlu oldum. Hasret kalmıştık 😀 Kazanacağımıza inancım tam olduğu için yanıma atkı almıştım valiz hazırlarken, işte Zojo-ji tapınağı önünde atkılı pozum:
Fotoğrafta arkamda gördüğünüz kapı Tokyo’nun en eski ahşap kapısı. Budizm‘in merkezi sayılan olan Zojo-ji‘de Buda heykelleri, Budizm ritüelleri yer almakta. El yıkama ve mum dikme ritüellerini yaptım Allah affetsin :/
Zojo-ji‘yi de gezdikten sonra hemen arkasındaki Tokyo Tower‘a gidip altında fotoğraf çekildik. Tokyo Tower 333 metre yüksekliyle Tokyo’nun en yüksek 2. yapısı, şekli itibariyle Eyfel’e çok benziyor fakat radyo kulesi olduğu için turuncu renge boyanmış. Asansörle üst katlarına çıkılabiliyor ama hava sisli olduğu için ve dünyanın en büyük kulesinin de Tokyo’da yer aldığı için hakkımızı Skytree‘ye sakladık 🙂
Tokyo Tower’ın biraz vakit geçirdikten sonra alttaki dondurmacıdan Matcha‘lı dondurma aldık(yine mi maça ya) tadı nasıldı diye merak ediyorsanız bence güzel değildi, zaten yiyemedim 🙁
Matcha ve sütlü karışık aldım, Jaiden sadece matchalı aldı. Dondurma hoşuma gitmemişti, çöpe atmak istedim sağa sola baktım ama çöp bulamadım. Neyse bir yandan ilerleyelim illaki bulurum diye düşündüm, Shinjuku‘ya dönecektik metro istasyonuna indik. İstasyonda hiçbir yerde çöp kutusu bulamadım, dondurma da bir yandan eriyordu o yüzden acele ediyordum. Görevliye çöp kutusu nerde diye sordum, “yok ki” dedi 😀 “Ee ben ne yapıcam şimdi bunu dedim” , “yanında götür” dedi. Bir yandan dondurma elime damlıyor, bir yandan da taa Shinjuku’ya kadar nasıl dondurmayı götüreceğimi düşünüyordum. Şemsiyemle göz göze geldim ve poşet kılıfını çıkardım ona koydum. O şekilde elimde götürdüm dondurmayı, tabi gidene kadar su gibi olmuştu 🙂
Japonya’da sokaklarda çöp kutusu yok, ilginçtir ki yerlerde de çöp yok. İnsanlar saatlerce çöpünü elinde/cebinde taşıyor(benim gibi) Bizim ülkemizde adım başı çöp kutusu var ama ne yazık ki iki adım atıp çöplerini çöp kutusuna atamıyorlar… Shinjuku’ya vardık orada bir market bulup onun çöpüne attım dondurmamı. Sonra Bic Camera‘ya gittik Jaiden’la, yarım kalan bir mesele vardı çünkü!!
Bic Camera bizim burdaki Teknosa gibi bir elektronik mağazası. Neredeyse her yerde küçüklü büyüklü şubeleri var. Arkadaşlarım birkaç şey sormuştu, babamın balıkbulucu(radar) siparişi vardı onlara baktım, drone, konsol ve bilgisayar fiyatlarına baktım biraz zaman geçirdim. Sırada sabahtan yarım kalan hikayeyi tamamlamak vardı, Jaiden ile saat bölümüne gittik ve gereğini yaptık 🙂 Birer tane Seiko saat aldık, aynı modeli beğenmiştik, o mavisini aldı ben siyahını. Bir tane de kardeşim için Casio saat aldım.
Kordonları kolumuza göre ayarladılar, takvimi Japonca’dan İngilizce’ye çevirdiler ve hazırdı saatlerimiz. Kasaya gittik %10 Tax Free‘mizi aldık ve ekstra %5 MasterCard indirimi varmış güzel denk geldi. Hikayesi olan bir ürün almış oldum, hikayesi olan eşyalar benim için her zaman daha değerlidir. Memlekete gittiğimde öğrendim ki rahmetli dedem de zamanında yurt dışından Seiko saat almış, hala da duruyormuş. Babamdan istedim o saati, bakım yaptırıp kullanacağım. Umarım ben de bu aldığım saati torunuma bırakabilirim ^0^
Sıradaki durağımız Hükümet Binası, burasının esprisi ücretsiz bir şekilde Tokyo’yu tepeden görebilmeniz. Asansöre binip 45’inci kata çıktık. Karanlık sisli bir Tokyo gecesi… En üst katta hediyelik eşya mağazası vardı birkaç hediyelik ürün aldıktan sonra indik. Acıkmıştık, meşhur Golden Gai’de bir şeyler yiyelim dedik.
Burası Tokyo’nun en meşhur yerlerinden biri. Cadde boyunda küçük izakayalar var. Caddeleri dolaştık ama yiyecek bir şey gözümüze kestiremedik. Jaiden ben güzel bir yer biliyorum oraya gidelim dedi, olur dedim. Ramenciye gittik, Jaiden daha önce yemiş ordan hemen sipariş verdi. Ben aşçıya ne eti kullanıyorsunuz diye sordum, domuz dedi. Domuz eti olmayan yemekleri yokmuş o yüzden ben yiyemedim. Jaiden ramenini yerken ben de haritaları açıp güzel bir restoran aradım, hemen karşıda bir İtalyan restoranı buldum. Jaiden’a “Buraya gidelim mi en azından garanti yiyecek bir şey bulurum” dedim, o da tamam dedi oraya geçtik. Şimdi diyeceksiniz ki Japonya’da İtalyan restoranı ne alaka? Evet doğru fakat bazen Japon mutfağı bize hitap etmeyebiliyor, severek yiyeceğiniz risksiz bir yemek arıyorsunuz. Restoran şahaneydi, lazanya ve margarita yedik, yediğim en güzel İtalyan yemekleriydi(yanında yosun çorbası da ikram ettiler) 🙂
Ve hostele döndük, artık dönmeliydik 🙂 30 bin adım atmıştık, çok yorgunduk. Hemen odalarımıza çekilip uyuduk…
Üçüncü Gün: Kawaii!
Japonya’ya gitmeden önce kafama koymuştum, Disneyland’e gidecektim. Neden Disneyland? Çünkü dünyanın en büyük, en başarılı tema parkı. Neden Tokyo’daki Disneyland? Çünkü dünya üzerinde 6 tane Disneyland var, 2’si Amerika’da, biri Fransa‘da diğer üçü Çin, Hong-Kong ve Japonya‘da. Diğer Disneyland’lere gitmem pek olası değildi, hazır gelmişken buradakine gitmeliyim diye düşündüm.
Biraz araştırınca Tokyo’da hem Disneyland hem Disneysea olduğunu öğrendim. Hangisine gitsem diye değerlendirme yaptım ve Disneysea‘de karar kıldım. Bunun sebebi dünyadaki tek Disneysea parkı olması, temanın ve etkinliklerin daha yetişkinlere yönelik olması ve benim suyu sevmemdi 🙂
Disneyland sitesi üzerinden bilet almaya çalıştım, bir hayli uğraşmama rağmen alamadım. Hostelin bilgisayarından denedim yine olmadı, sonra öğrendim ki Japon kredi kartı olmayanların biletleri Klook uygulaması üzerinden alması gerekiyormuş. 8000 ¥ civarı ödeme yaptım ve biletimi aldım. Önceki günlerin aksine hava güneşliydi ve çok sıcaktı. Havanın böyle olması avantajdı çünkü yağmurlu ve düşük görüşlü bir havada Disneysea‘den keyif almak zordu.
Disneysea Tokyo’nun biraz dışında yer alıyor, bir saatten fazla süren yolculuk sonrasında Disneyland giriş kapısına ulaştım. Burada hem Disneyland, hem Disney Resort(otel) hem de Disneysea olduğu için, bölümler arasında geçiş yapmak için ayrı tren hattı kurulmuş.
Buradan şirin trenlere binip kısa ve eğlenceli bir yolculuk yaparak Disneysea istasyonuna geçtim. Burada hatıra para yapma makineleri vardı, 100 ¥ ödeyerek kendim ve kardeşim için iki adet hatıra para yaptım 🙂
Disneysea’ye giriş yaptım karşımda kocaman bir dünya, dönüyor ve altından sular fışkırıyor. Biraz ileride de Disney’in yaratıcısı Walt Disney ve ikonik karakteri Mickey Mouse heykeli vardı.
Onlara bir selam verip görevliden bilgi almaya gittim. Parkın haritasını alıp, kafamda sıralama yaptım ve gezmeye başladım.
Sağ taraftan yukarı çıkacak sonra diğer taraftan aşağıya inip turu bitirecektim. Buranın tüm günümü alacağının farkındaydım, tadını çıkara çıkara her şeyi deneyeme çalıştım 🙂
İlk durağım Gizemli Ada bölümündeki Denizler Altında 20000 Fersah denizaltısı(Nautilus) oldu. Metalden denizaltına benzer bir makineye bindim, küçük yuvarlak bir camı vardı, camın üzerinde küçük göstergeler de yapmışlar. Rayların üzerinden ilerledikçe suyun altındaymış gibi efekt verildi camlara ve kitapta geçen maceraları sırayla gösterildi. Karanlık olduğu için çektiğim görüntüler pek belli olmuyor sadece girişten bir fotoğraf göstereyim size:
Bu arada kısa bir bilgilendirme yapayım. Disneyland/Disneysea çok popüler bir yer olduğundan her zaman çok kalabalık oluyor(yağmurlu kış günlerinde bile) Bu yüzden her oyunun, etkinliğin bir bekleme süresi var. Bazı yerlerde bekleme süresi bir saatten fazla olabiliyor. Bekleme süresini her etkinliğin önündeki saatten(fotoğrafta solda yuvarlak olan) veya mobil uygulama üzerinden bakabiliyorsunuz. Ben de bekleme sürelerine göre sıralamayı değiştirip en zamanı en efektif şekilde kullanmaya çalıştım.
Hava sıcaktı biraz serinlemek için etraftaki büfelerden dondurma aldım. Her köşede küçük küçük mısır, dondurma, içecek büfeleri var. Ayrıca içeride her temaya uygun restoranlar ve Disney’in satış mağazaları var.
Çok lezzetliydi dondurma, 350 ¥ verdim ama değdi. Denizkızı Lagün’ü temasına geçtim orada roller coaster vardı onu gözüme kestirip bindim, çok eğlenceliydi. Sonra diğer aletlere bakıp hangisine binebilirim diye düşündüm fakat geneli çocuklara yönelik olduğu için o kısmı geçtim.
Arap Kıyısı bölümüne geçtim, burada Arap masallarıyla ilgili tiyatrolar ve aletler vardı. Alaaddin’in Sihirli Lambası tiyatrosuna girdim, yaklaşık yarım saat süren gösteriyi beğendim, Japonca anlatmalarına rağmen genel olarak anladım ve eğlendim. Oradan çıktıktan sonra küçük bir atlıkarınca vardı hızlıca çocuklar gibi bir tur atıp devam ettim 🙂
Sıradaki durağım yine bir Arap masalı olan ve aynı zamanda kuruyemiş markası olarak bilinen Sinbad oldu 😀 Asıl ismi Sinbad The Sailor yani Denizci Sinbad. Burada da bir trene binip Sinbad’ın maceralarını tek tek geçtik. Tren ilerledikçe robot figürler hareket ediyor ve bir olayı anlatıyor. Gayet eğlenceli ve etkileyiciydi.
Buradan sonra da Lost River Delta bölümüne gittim, kocaman bir tapınak ve içerisinde Indiana Jones treni vardı. Yaklaşık yarım saat sıra bekledikten sonra nihayet binebildim. Hafif gerilim ve hızlı manevra içeren yolculuk çok keyifliydi. Sanırım etkinlikler arasında en yetişkinlere yönelik olan buydu.
Acıkmıştım ve yorulmuştum. Güzel bir restoranda bir şeyler yiyeyim dedim. Yakınlarda bir Meksika restoranı buldum ve farklılık olsun diyerek girdim. Pilavlı sebzeli(etlerin hepsi domuzdu) bir yemek söyledim, güzelce masaya oturup yemeyi planlıyordum. Daha ilk kaşıkta midem bulandı! Sebzeler o kadar kötüydü ki ne sosu koymuşlarsa hiç bize hitap eden bir yanı yoktu. Bari pilavı yiyeyim diye düşündüm ama çok garip bir pilavdı onu da yiyemedim. Gidip patates aldım ve karnımı onla doyurdum.
Saat 5 olmuştu, hava kararmadan İtalya temasını görüp Venedik Gondol’una binmek istiyordum. Parkın içinde geçiş yapmak için deniz üzerinden bir hat kurulmuş, bölümler arasında denizden hızlıca geçiş yapılabiliyor. Ben de en üst tarafta olduğum olduğum için feribotla İtalya tarafına geçtim. Feribot yolculuğu çok huzur vericiydi, keşke vaktim olsa birkaç tur daha atsam diye düşündüm.
İtalya bölümüne geldiğimde binalara ve gondollara hayran kaldım. Bir gün kesinlikle İtalya’ya gitmeliyim diye aklımdan geçirdim. İtalya’nın mimarisi, yemekleri ve şarkıları(bunu yazarken bile İtalyanca şarkı dinliyorum) Belki bir sonraki durağım İtalya olur, neden olmasın!
Binaları dolaşarak gondolların olduğu yere gittim, kapıdaki görevliler “hop dur bakalım” dediler. Goldola binmeye geldim dedim, gondol kapanış gösterisi hazırlığı dolayısıyla kapalı dediler. Ne gösterisi abicim kaç saattir ben bunun hayalini kuruyorum desem de fayda etmedi 🙂 Her akşam denizin üzerinde kapanış gösterisi yapılıyormuş, bu gösteri için denizin ortasına bir platform kuruyorlar ve onun etrafında gemiler dönüyor. Meğer herkes bu gösteriyi bekliyormuş, önden yer kapmak için saatler önceden denizin etrafına kurulmuşlar. “Gösteriden sonra binebilirsiniz dedi görevli” ben de iyi bir oh çektim ve diğer bölümleri görmek üzere yola koyuldum.
29 numaradaki trene binerek Port Discovery bölümüne gittim, orada sinemada izlediğim ilk film olan Kayıp Balık Nemo‘nun hareketli, su fışkırtmalı küçük bir gösterimi(57) vardı onu izledim, eski günlere gittim 🙂 Daha sonra suda hareket eden aletlere(55) bindim, gün batımına karşı güzel oldu. Kapanış gösterinin başlamasına yarım saat kalmıştı, American Waterfront bölümüne gidip Amerikan temalı yapıları gezmeye başladım.
Yolda Kaptan Mickey’e selam verip devasa Columbia gemisinin içine girdim. Adamlar resmen koskocaman gemi getirtmiş ya helal olsun. Gemi Titanic‘i andırıyordu, içerisinde restoran ve kafe var, keşke gemide yemek yeseydim diye geçirdim aklımdan :/
Hızlı bir gemi turundan sonra diğer Amerikan rüyası yapıları dolaştım. Sandviç, hot dog, hamburger satan dükkanların yanından geçerek gösterinin yapılacağı alana geldim. Müthiş bir kalabalık vardı, tüm parktaki ziyaretçiler tek bir noktada toplanmış denize bakıyor ve gösterinin başlamasını bekliyordu.
Ve havai fişekler eşliğinde gösteri başladı, gemiler geçiyor, şarkılar çalıyor, ışıklarla binalara figürler yansıtılıyor yani ihtişamlı bir gösteri oluyordu gerçekten de. En beğendiğim kısım denizin üstünü yakıp aynı anda yanardağdan ateş püskürttükleri yerdi. Adamlar yapay yanardağı yapıp ateş püskürttürüyor be…
Gösteri yaklaşık 40 dakika sürdü, biter bitmez gondol bölümüne gittim. Görevli bu sefer içeri aldı ama “denizin üzerinin hazır hale gelmesi için yarım saat beklemeniz lazım” dedi. Ben de beklerim dedim sorun değil, buraya kadar gelmişken en çok heves ettiğim şeyi yapamazsam yazık olurdu. Saat 9 gibi sıra geldi ve gondola bindim. Beklediğime değdi, gerçekten…
Ben bi İtalya yapıcam sanırım arkadaşlar, yani inşallah 🙂 Yarım saatlik gondol gezisinin ardından Disneyland’e veda edip hostelime doğru yola koyuldum. Gerçekten yorucu bir gündü ama fazlasıyla değdi. İyi ki gitmişim, tecrübe etmişim, hatta keşke biraz daha erken kalkıp gidebilseydim bile diyorum.
Çocuklar gibi şen olduğum o günü özetleyen bir Shorts videosu yapmaya çalıştım, buyurunuz:
Marketten bir onigiri alıp yedim, ertesi günün planına bir göz attım ve uyudum.
Dördüncü Gün: Hie!
Sabah uyandım, kahvaltımı yaptım, duşumu alıp zaman kaybetmeden çıktım. Güneşli bir gündü, tam gezmelik yani 🙂
Rotam Asakusa ve Akihabara tarafıydı, bol yürümeli, yorucu bir gün olacaktı. İlk durağım Skytree oldu, bu devasa kulenin önde aşağı tarafında biraz dolaşıp fotoğraf çekildim. Skytree 634 metre yüksekliğiyle dünyanın en büyük kulesi ve dünyanın en yüksek 2. yapısıdır(1 Burj Halife)
Şöyle bir fotoğraf çektim, gerçekten mühendislik harikası bir kule. Tokyo’nun çoğu yerinden görünen bu kule yakından bir başka gözüküyormuş. Bir de kuleyle bir turist pozum olsun istedim, birinden rica ettim ve sonuç:
Şu perspektife, kareye, açıya bakar mısınız 😀 Bir şeyi işaret ediyorum ama ne, demir yığını önünde poz vermişim gibi daha çok 🙂 Seyahatlerde iyi fotoğraf çeken birine gelirseniz dünyanın en şanslı insanı olursunuz. Fotoğraf her ne kadar sosyal medya için çekildiği düşünülse de, anınızı kaydeden mucizevi bir şeydir. Siz o anı yıllar sonra fotoğraf sayesinde hatırlayabilirsiniz, ileride dönüp baktığınızda geçmişteki o güne ait detayları içermeli bir fotoğraf. Önce anı yaşamak, tadını çıkarmak önemli tabi ama sonrasında bir fotoğrafla ölümsüzleştirmek de seyahatlerin olmazsa olmazıdır.
Neyse bilet almak üzere kapıya yöneldim fiyatlara bakıyordum. 450 metreye çıkmak 3100 ¥, 350 metreye çıkmak 2100 ¥‘di. Tam hangisine gitsem acaba diye düşünürken yanıma iki adam geldi, Türkçe bir diyalog duydum. Onlar da kendi aralarında hangi kata çıkacaklarını konuşuyorlardı. Merhaba dedim tanıştık, gelmişken en üst kata çıkalım dediler ben de 350 metre yeter bana dedim öyle kısa bir muhabbet geçti. Meğer o iki adamdan biri Japonya üzerine videolar çeken sosyal medya fenomeni Cem Kun‘muş.
İçeri girip biletimi aldım ve asansöre bindim, bu asansör dakikada 600 metre yükselebiliyor ve yükselirken basınç değişimini hissettim 🙂 350 metreye ulaşıp camdan dışarı baktığımda şu manzara karşıladı beni:
Uçsuz bucaksız Tokyo’yu yukarıdan bir müddet izledikten sonra etrafı dolaşmaya başladım. İçeride kafe, hediyelik eşya dükkanı ve fotoğraf çekme alanları vardı. Kesinlikle Tokyo Tower’dan daha modern, daha ilgi çekici bir yapıydı.
Skytree’nin hediyelik eşya büfesinde bir şey dikkatimi çekti. Kartpostal gönderim bedeli 70 ¥ yazıyordu. Allah allah dedim herhalde Japonya içi posta gönderimini kastediyorlar diye düşündüm. Görevliye sordum, tüm dünyaya 70 ¥ ödeyerek posta gönderebilirsiniz dedi. Nasıl bu kadar ucuz olabilirdi? Amerika’dan Afrika’ya dünyanın her yerine aynı fiyat geçerliydi. O zamanın kuruyla hesaplayınca 3,5 ₺ tutuyordu düşünün 🙂 2 tane kartpostal aldım, birini kardeşime(Rize’ye) diğerini de sevdiğim birine(İstanbul’a) gönderdim ❤️
Kartpostallara küçük bir yazı yazdım, pul alıp yapıştırdım ve kartpostalları posta kutusuna attım. Japonya’dan döndükten iki hafta sonra posta Türkiye’ye ulaşmıştı. Giderseniz mutlaka birkaç posta gönderin, farklı bir tecrübe 🙂
Son olarak cam tavandan bir video paylaşayım:
Asakusa’ya doğru yürümeye başladım, yürürken arada dönüp kuleye bakıyordum acaba ne zaman gözden kaybolacak diye düşünüyordum. Yol üzerinde bir kafe işaretlemiştim, bir müddet yürükten sonra oraya ulaştım. Kafenin adı: Deus Ex Machine Cafe. Arkadaşımın gidilecekler listesinde vardı ben de ekledim ama ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Deus Ex Machine Latince bir terim, tiyatroda ve sinemada aniden ortaya çıkıp olayın akışını değiştiren kişi olarak geçiyor. Aynı zamanda (pahalı) bir giyim markası, işte bu kafe de bu giyim markasının kafesiydi. İçeride sörf, kayak, motosiklet kıyafetleri de vardı. Hoş bir tasarımı olan bu kafede bir şeyler atıştırıp dinlendim.
Bu hoş kafeden ayrıldıktan sonra nehir kenarından kısa bir yürüyüş sonrası Asakusa‘ya ulaştım. Karşılaştığım ilk manzarayı sizinle paylaşmak istiyorum:
Jinrikisha dedikleri bu çekçek Japonya’da kültürel bir ulaşım aracı. Kimono giyerek bu çekçeğe biniyorlar ve çekçek bir adam tarafından çekiliyor. Bu onların bir kültürü olsa da beni bir miktar üzmüştü insanları bu şekilde görmek, bir nevi kölelik gibi düşünmüştüm. Çeken kişiler güler yüzlü, genç ve fit oluyorlar. Genelde yürüyerek çekseler de bazen hafif koşarak ilerliyorlar.
Asakusa bölgesi en turistik bölgelerden biri olduğu için etrafta birçok kimono giyen turist vardı. Ben de Kimono kiralamayı düşündüm ama hem biraz pahalı(10000¥) geldi hem de sabah kiralamak gerekiyormuş akşamüstü geri teslim ediliyor.
Kalabalık caddelerden yürüyerek Senso-Ji tapınağının olduğu yere ulaştım. Senso-Ji Tokyo’nun en eski tapınağı. Kırmızı renkli bir tasarıma sahip Budist tapınağında büyük fenerler dikkat çekiyor. Tapınağın etrafında Nakamise adında hediyelik eşyaların satıldığı bir sokak var.
Bu sokaktan birkaç hediyelik eşya aldım, Samuray kılıçlarını inceledim(bir tane replika almayı düşünmedim değil). Madem Kimono alıp giyemedim bari Japonlara özgü bir şey alıp burada fotoğraf çekileyim diye düşündüm ve oradaki dükkanlardan bir tane Hachimaki adını verdikleri kafa bantlarından aldım.
Tapınağın her tarafını detaylıca gezdikten sonra bir Japon kültürü olan Omikuji çektim. Budist ve Şinto tapınaklarında yer alan bu geleneksel fal şu şekilde işliyor; Omikuji köşesine gidip önce 100 ¥ para atıyorsunuz, sonra metal kutuyu sallayarak içinden bir çubuk çekiyorsunuz, o çubukta bir sayı yazıyor, o sayının yer aldığı çekmeceyi açıp içindeki kağıdı alıyorsunuz. Eğer kağıtta iyi talih çıkmışsa o kağıdı eve götürmelisiniz, kötü talih çıkmışsa orada yer alan kötü talih direklerine bağlıyorsunuz ve kötü talihi orada bırakmış sayılıyorsunuz.
Ben de bir Omikuju çektim ve şansıma kötü talih çıktı. Sonra etrafıma baktım, çubuk çekenler eğer kötü talih çıkarsa kağıdı almıyor tekrar çubuk çekiyor, bu şekilde iyi talih çıkana kadar çekiyorlardı. Ben de içimden “kimi kandırıyorsunuz” dedim ve talihime razı oldum 🙂 Kötü talihin yazdığı kağıdı oradaki demire bağladım.
Yavaştan hava kararıyordu ben de acıkmıştım, tapınağın etrafında bir restorana gidip balık(Ton) yedim. Burada oturup Senso-ji‘den dönen insan selini izleyip dinlendikten sonra Don Quijote mağazasına gittim. Burayı nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama içeride her şey satılıyor, elektronik üründen meyveye, temizlik malzemesinden oyuncağa aklınıza gelebilecek HER ŞEY! Burada geçen bir saat, bir saniye gibi geliyor. Ben de biraz gezip hediyelik eşya aldım ve çıktım. Dayım Kaptan Tsubasa hayranıdır ve benden Kaptan Tsubasa ile ilgili bir hediyelik eşya istemişti, her yere bakmama rağmen maalesef bulamamıştım, Don Quijote mağazasında bir Tsubasa’lı tişört buldum. Animate isimli anime dükkanlarında bulamadığım ürünleri yine burada bulmuştum. Japonya’daki meşhur KitKat‘lardan almasam olmazdı, yine buradan kavunlu ve fasülyeli KitKat aldım 🙂
Sıradaki durağım elektronik ürün mağazaları ve Maid kafeleriyle meşhur Akihabara. Birkaç arkadaşım benden küçük elektronik ürünler istemişlerdi, ben de buradaki en büyük Bic Camera ve Yodabashi mağazalarına gidip hem gezdim hem de arkadaşlarımın siparişlerini aldım. Siz de bu mağazaların sitelerden merak ettiğiniz ürünlerin fiyatlarına bakabilirsiniz.
Yine yorulmuştum artık dönme zamanı gelmişti. Hostelde herkes Maid kafeleri tavsiye ediyor mutlaka deneyimlemelisin diyordu. Ben de pek ilgimi çekmeyeceğini düşünüyordum ama buralara kadar gelmişken kısa bir girip çıkayım dedim. En meşhurlarından olan Maidreamen Maid Cafe‘ye girdim. Kısaca bahsetmek gerekirse Maid yani hizmetçi temalı kafelerde garsonlar anime karakteri gibi giyiniyor ve seçtiğiniz pakete göre sizle şarkı söyleyip oyunlar oynatabiliyorlar. Bu kafelerden İstanbul’da da açılmaya başlamış. Bu kafeleri daha çok yalnız insanlar sırf garsonlarla sohbet edebilmek için tercih ediyor. Tahmin ettiğim gibi beni pek sarmamıştı, en düşük paketi seçtim, sadece bir dondurma yedim ve kafama ışıklı bir toka taktılar 🙂 Dondurmamı yiyip oyalanmadan kalktım, giriş ücreti ve seçtiğim paketle birlikte 3800¥ tutmuştu.
Maid kafedeki ortam bana biraz cringe gelmişti ve orada çalışan kadınlar adına üzülmüştüm. Metro istasyonuna doğru yürürken karşıma Taito Games çıktı, ilk gün Shibuya‘da gittiğim oyun dükkanının benzeri ama daha popüler olanıydı. Bi gireyim bakalım ne varmış diyerek girdim, 7 katlı bu dükkanda binbir çeşit makine vardı ve oyunların neredeyse hiçbirini bilmiyordum. Katlar arasında gezerken Street Fighter oyununu gördüm ve hemen bir jeton alıp oynadım 🙂 En son ortaokulda King Of Fighter oynuyordum, bu oyun da çok benzeriydi ama özel hareketleri hep unutmuşum(Aduket hariç) 🙂 Yenilene kadar oynayıp çıktım.
Metroyla hostelime dönüp uyudum, yoğun bir gündü ve çok yorulmuştum. Ertesi günün planına hafiften göz attıktan sonra uyudum.
Beşinci Gün: Arigato!
Sabah uyandım, kahvaltımı yaptım, lobiye oturup bir şeye bakıyordum. Bir anda arkadan bir ses geldi” Merhaba, sen Türksün dimi” diye. Şaşkınlıkla döndüm, evet Türküm nerden anladın dedim. “Dün gece telefonla konuşurken duydum” dedi. Hızlıca tanıştık, ismi Mehmet Almanya’da doğmuş büyümüş Adana’lı gurbetçi. Japonya’dan önce Brezilya’daymış ve uzun bir tur yapacakmış(Ben bu yazıyı yazıyorken hala Vietnam‘daydı) Akşam oturalım detaylı konuşalım dedik.
Bugün hava bozacak gibi duruyordu, dünün yorgunluğu da geçmemişti o yüzden bi gezer gelirim fazla geç dönmem diye düşündüm. Bugün biraz daha detaya inecektim, yani turistlerin öncelikle tercih etmedikleri fakat görülmesi gereken yerlere gidecektim. İlk durağım İmparatorluk Sarayı, İmparator’un yaşadığı bu sarayın çevresi de ziyaretçilere açık bir park.
Bunun gibi birçok güzel manzaraya tanıklık ettiğim Saray çevresini baştan aşağı gezdim. İçeri kısma girmek istedim ama belli saatlerde içeri giriş varmış o yüzden uymadı. Parkın doğu tarafında çeşitli türlerde bitkilerin yer aldığı bir bahçe bulunuyor. Göletlerdeki balıklar, rengarenk çiçekler ve ilginç ağaçlarla dolu bu bahçe tamamen ücretsizdi.
Bambular çok büyük olmasa da yine de güzeldiler. Asıl bambu ormanı Kyoto’da, elbet bir gün… Oturup bir şeyler yemek ve dinlenmek istiyordum, parkın çıkışındaki ilk kafeye girdim. İçeri girer girmez burası ne hoş bir yer dedim. Konsepti o kadar şahaneydi ki, duvarlardaki figürleri, oyuncakları, tabak çanakları bir müddet inceledim. Cafe Miel isimli bu tatlı kafede 2 tane çörek ve kahve sipariş ettim, çöreklerin yanında reçel ve krema geldi, hepsi çok lezizdi.
Buradan kalktıktan sonra yürüme mesafesinde olan Yasukuni Tapınağı‘na geçtim. Tam tapınağa giriş yaparken şiddetli bir yağmur başladı, ben de yanıma yağmurluk ve şemsiye almadığım için mecbur şeffaf büyük şemsiyelerden satın aldım. Yasukuni Tapınağı, savaşta ölen askerler adına inşa edilmiş bir Şinto tapınağı. Burayı da yaklaşık bir saat gezdim ve sizlerle Şinto dininin dua etme şeklini göstermek istiyorum:
İlk gün Meiji‘yi ziyarette din görevlisinin öğrettiği dua etme şekli tam olarak bu şekildeydi işte. Önce bir miktar bozuk para atıyorsunuz önünüzdeki kutuya, ardından 2 defa eğiliyorsunuz, sonra 2 kez ellerinizi birbirine vuruyorsunuz(alkış gibi) sonra da duanızı edip son bir kez eğiliyorsunuz.
Yağmur yağmaya devam ediyordu ama benim gezeceğim yerler henüz bitmemişti. Sıradaki yer moda denince akla gelen meşhur Harajuku caddesi. Bu cadde üzerinde bir sürü lüks markalar, küçük butik dükkanlar ve hediyelik eşya büfeleri yer alıyor. Cadde boyunca yürüdüm, mağazaları inceledim. Japonların modası pek ilgimi çekmemişti. Erkekler düz renk oversize tişört, alttan da kumaş pantolon. Kızlar mini etek alttan da siyah okul ayakkabısı giyiyordu ve herkes bu şekilde giyindiği için bir zaman sonra insan sıkılıyordu.
Skechers, Adidas ve Nike mağazalarına girip fiyat karşılaştırması yaptım. Öyle aman aman bir fark yoktu 100/200₺ daha ucuzdu genelde ürünler. Ben de bu tarz şeyleri kendime yük etmeyi sevmediğim için bir şey almadım. Butik mağazalardan Japonların tarzında bir şey alayım diye düşündüm, o da çok pahalıydı, alasım gelmedi. Yürürken cadde üzerinde bu krep standına rastladım. Arkadaşım tavsiye etmişti, mutlaka yemek istiyordum ama öyle bir yağmur yağıyordu ki tek elimle şemsiye tutup bunu yemem zor olur diye alamadım :/
Alıp bir saçağın altında yeseydin dediğinizi duyar gibiyim ama Japonya’da saçak diye bir şey yok çatılar düz köşeli olduğundan hiç koruma sağlamıyor 🙁
Buradan ayrılmadan önce bir yere daha uğramak istiyordum, yağmurda biraz yürüyüp hedefime ulaştım. Asın bayrakları <3
Sanki yıllardır gurbetteymişim gibi bayrağımızı görünce duygulandım, etrafa bakıp kapıdaki duyuruları okuduktan sonra metroya doğru yürümeye devam ettim.
Yine yol üzerinde yapılacaklar listemde olan bir yere rastladım. Japonların meşhur 1 milyoncusu Daiso. Hani eskiden Japon Pazarları vardı ya her çeşit ürün uygun fiyata satılırdı. Şimdi kaldı mı onlardan bilmiyorum en son İzmitte görmüştüm. İşte bizdeki bir milyoncu dediğimiz dükkan onlarda 100 Yenci, yani her ürün 100 ¥
Ben de buradan bir tane kendi telefonum için kılıf, bir tane kardeşime yağmurluk, bir paket maça çayı ve bir tane de abur cubur aldım. Toplam 400 ¥ tuttu, ürünler de gayet kaliteli 🙂
Artık dönme vaktim gelmişti, metroyla Shinjiku‘ya döndüm. Son bir şey alıp hostele gidecektim. Kocaman bir balık malzemeleri satan mağaza buldum, oradan babamın sipariş verdiği malzemeleri aldım ve hostele döndüm. Yol üzerinde kestane satan bir dükkana rastladım, kocaman kestane satıyordu ve çok güzel kokmuştu. Bir kutu aldım ve tadı bizim kestaneden biraz farklıydı ama çok lezzetli ve doyurucuydu.
Hostelde sabah sözleştiğimiz üzere Mehmet’le oturduk bir şeyler içip Onigiri yedik. Bir saatten fazla oturup sohbet ettik, futboldan seyahate bir sürü konu konuştuk. Ertesi gün için birlikte bir şeyler yapalım diye sözleştik.
Altıncı Gün: Sayanora!
Artık veda zamanı gelmişti bu güzel şehre… Eşyalarımı toparlayıp valiz odasına indirdim, kahvaltımı yaptım ve tam çıkacakken Mehmet‘e rastladım. Nereye gideceksin diye sordu ben de planımı anlattım, çıktık birlikte gezmeye başladık.
İlk olarak Shinjuku Gyoen parkına gittik, 500 ¥ giriş ücreti vardı. İçeride göletler, çiçekler, ağaçların olduğu ayrı ayrı alanlar mevcut, huzur verici bir parktı. Burada biraz vakit geçirip manzara eşliğinde kahve tatlı keyfi yaptık.
Daha sonra sıradaki rotamız için yola çıktık, metro ve kısa bir yürüyüşle hedefimize vardık:
Evet Tokyo Camii. Japonya’ya daha önce giden arkadaşlarım tarafından ve internetteki araştırmalarımda Tokyo Camii tavsiye edilen yerlerden biriydi. Son gün bir uğrayalım, görmeden dönmeyelim diye düşündük. Camii‘nin mimarisi aynı ülkemizdeki gibiydi. İçeri girdik, Türkçe konuşmalar duyuyorduk, cuma vaktiydi. Camii’nin alt katında idari bölüm, kütüphane ve market bulunuyor.
Soldaki resimde Ertuğrul Fırkateyni‘nin Japonya ziyareti dönüşünde Kushimoto açıklarında batması ve Japon halkının kurtulan Türk denizcilerine yardım etmesi anlatılmış. Kuşimoto şehrinde kazada hayatını kaybeden şehitlerimiz için bir anıt yapılmıştır. Aynı zamanda Türk Hava Yollarının TC-JNC tescilli Airbus A330 uçağı da nostaljik bir şekilde boyanarak Kushimoto adını almıştır.
Sağdaki resim ise 1985 yılında İran’dan kurtarılan Japonlar konu edilmiş. Ayrıca bu olayla ilgili de Yuvaya Dönüş adında bir film çekilmiş. Bu iki olay Türk-Japon ilişkilerinin güçlenmesine vesile olmuştur.
Etrafa bakınırken imamla karşılaştık, hemen anladı bizim Türk olduğumuzu. Sıcak bir şekilde karşıladı ve “hoş geldiniz” dedi. Cuma’dan sonra bir çay içip sohbet edelim dedi. Biz de “Cumaya kalmayacağız döneceğiz pek vaktimiz yok hocam, hem de kıyafetimiz pek uygun değil” dedik. Eğer zamanınız yoksa ısrar etmeyeceğim ama şortunuzu sorun ediyorsanız kıyafet ayarlarım dedi. Biz de olur o halde dedik, hoca orada çalışanlardan birini çağırıp bizim için namaz kıyafeti ayarlamasını rica etti. 2 dakika sonra kıyafetlerimiz geldi ve biz de avluya çıkıp hutbeyi dinledik. Hoca hutbeyi okumaya başlayınca şaşırdık, önce Türkçe okudu, sonra Japonca okudu ve sonra İngilizce en son da Arapça hutbeyi okuyarak bitirdi. İmamın her dilde akıcı bir şekilde okuması gerçekten takdir edilesiydi. Namazdan sonra aşağıya indik, bir sıra oluşmuştu ne dağıtıyorlar acaba diye bakarken bir de ne görelim:
Çay ve kuru fasulye-pilav ikram ediliyordu 🙂 Biz de biraz acıkmış ve Türk yemeklerini özlemiştik, birer tane alıp yedik. İmam yeniden bizi gördü ve odasına davet etti. Bize bu Camii’nin tarihini, Japonya’da İslam’a nasıl baktıklarını, kendi hayatını anlattı. Eski nesil Japonlar’ın dini inancı Şintoizm ve Budizm, yeni nesil Japonlar’ın herhangi ise herhangi bir dini inancı yokmuş. Hoş bir sohbetten sonra Camii’nin diğer bölümlerini gezdik ve rotamıza devam ettik.
Hatırlarsanız Skytree’de karşılaştığım bir Youtuber vardı, o da buraya gelmiş ve imamla bir Vlog yapmış, imam çok güzel bir şekilde anlatıyor, merak edenler için link: https://youtu.be/q_yn4VmNv5U
Sıradaki rotamız Odaiba bölgesi. Burası turistlerce ilk tercih edilen bölge olmasa da bence görülmesi gereken yerlerin başında yer alıyor. Burayı görmeden dönseydim kesinlikle pişman olurdum. Burası bir yapay ada ve adada heykeller, parklar, AVM’ler, müzeler, şahane manzarası olan yerler var.
İlk olarak dev robot heykelini görmeye gittik. Robotun adı Unicorn Gundam. Sanırım Mobile Suit isimli animedeki bir karakter, ben bu animeyi hiç görmemiştim ülkemizde çok popüler değil sanırım. Zaten Japonya’da popüler olan animeler bizde hiç bilinmiyor gibi. Bizdeki en popüler olanlar ise onlarda çok önemsenmeyen animeler. Ben iki tane anime izledim sadece; Death Note ve Attack on Titan. İkisiyle de ilgili doğru düzgün bir hediyelik eşya bulamadım. Aynı şekilde (yukarıda anlattığım gibi) Captain Tsubasa da pek popüler değil Japonya’da.
Burada fotoğraf çekildikten sonra etrafı gezmeye devam ettik. Farklı bir havası vardı buranın, Japonya değil de farklı bir ülke havası veriyordu. Köprü, deniz, gökdelen manzaraları sanki başka bir yeri andırıyordu…
Adanın sahil kısmında ise şöyle bir heykel vardı, bakalım tanıdık gelecek mi 🙂
Evet New York‘taki Özgürlük Heykeli‘nin küçüğünü yapmışlar buraya. Arkada gözüken de Rainbow köprüsü, akşamları rengarenk oluyormuş, buranın akşam manzarası da görülmeye değerdir diye düşünüyorum.
Bu bölgede yapılacak o kadar şey var ki, bir tam gün bile yetmeyebilir. TeamLab adında 2 tane modern sanat müzesi mevcut. Bunlardan birine gitmeyi çok istedim ama TeamLab Borderless kapalıydı, TeamLab Planet için de zaman kalmamıştı 🙁 Yine çok isteyip yapamadığım amfibi otobüslere binmekti. Normal bir otobüse biniyorsunuz, yolda giderken birden denize giriyor ve denizden ilerlemeye devam ediyor. Evet evet aynı GTA Vice City‘deki gibi 😀
Benim uçuş saatim yaklaşmıştı Mehmet de Skytree tarafına geçecekti. Mehmet’le vedalaşıp dönüşe geçtim. Hostele uğrayıp üstümü değiştim ve valizimi aldım. Tam metroya binecekken köşede Taiyaki dükkanı gördüm. En meşhuru olan kırmızı fasülyeli(red bean) Taiyaki aldım, hamuru çok lezzetliydi.
Metroyla iki aktarma yaparak yaklaşık bir saatte havalimanına ulaştım. Havalimanı o kadar da modern bir terminale sahip değildi açıkçası. Birkaç farklı terminal var ben önce yanlış olana gittim sonra ringle Terminal 3‘e geçtim. Check-in sırasına girdim ve bir de kimi göreyim?
Daha önce Airshow yazımda Kerem Gök‘le tanışmamızı anlatmıştım. Orada tanıştıktan sonra Kocaeli Üniversitesi Havacılık Kulübü olarak bir söyleşi yapmıştık Kerem Gök ile sonrasında ise ben, Emrullah, Kerem Gök Yuvacık’ta bungolovda kalıp sohbet etmiştik. Daha sonra IDEF fuarında ve Antalya’da düzenlenen Eurasia Airshow‘da karşılaşmıştık. 2016’dan beri bir şekilde irtibattaydık Kerem abiyle, şimdi de tesadüf aynı uçakla dönecektik İstanbul’a. Meğer o da beş gün önce eşiyle gelmiş Tokyo’ya ama ben sosyal medyaya pek bakamadığım için görmemiştim, yoksa daha erken buluşup birlikte gezerdik mutlaka.
Birlikte check-in yaptırdık, yan yanaydı koltuklarımız, 12 saatlik dolu bir yolculuk bizi bekliyordu. Uçağa binmeden önce Kerem abinin çektiği Vlog’u şöyle paylaşayım:
Yolculuk boyunca birlikte yemek yedik, havacılık ve Sovyetler üzerine sohbet ettik, dolu dolu geçen bir 12 saat oldu. İndiğimizde saat 5 civarıydı, yorgunluk ve Jet Lag vardı biraz üzerimizde. Keşke Japonya’da karşılaşıp birlikte bir şeyler yapabilseydik, başka zaman artık diyelim 🙂 Kerem abi şu anda Mekke’de Umre ibadetini yapıyor, Allah kabul etsin.. Buradan Kerem abiye ve sevgili eşi Hilal ablaya selamlar 🙂
Eveet bir seyahatin daha sonuna geldik her yazıda olduğu gibi masraflarımı paylaşacağım.
Ama öncesinde her gün başlığında yer alan Japonca kelimelerin anlamını yazayım:
Ohayo = Günaydın demek, en sevdiğim kelimelerden biri, Ohayo gozaimasu olarak da kullanılıyor.
Oişi = Lezzetli demek, o gün Jaiden ile yediğimiz her yemekten sonra oişi dedik 🙂
Kawaii = Tatlı, sevimli anlamına geliyor, tam da o güne uygun 🙂
Hie = Evet, tamam anlamına geliyor, hafif vurgulu söylüyorlar çok havalı!
Arigato = Bu en çok duyduğum kelimeydi, ben de devamlı kullandım. Teşekkürler anlamına geliyor, daha kibarı için Arigato gozaimasu.
Sayanora = Bu da güle güle anlamına gelen veda sözcüğü.
Masraflardan bahsedecek olursam 41 bin ¥ çevirip gitmiştim dönüşte 2 bin ¥ kalmıştı, yani 7000 küsür lira nakit harcamam oldu. Konaklama 6 gece toplam 4900 ₺ tuttu, Booking 650 ₺ cüzdanıma yükledi ödül olarak yani o da 4000 civarı tuttu. Uçak biletinde yalnızca vergileri ödediğim için onu saymıyorum. Ekstradan yaptığım alıverişleri de saymazsam yaklaşık 15000₺ tuttu her şey dahil. Japonya pahalı bir ülke özellikle konaklama ve ulaşım konusunda ama yeme içme fiyatları bizim fiyatlara çok yakındı.
Japonya’daki İlginç Şeyler:
-En ilginç gelen olay yazıda da belirttiğim gibi çöp kutularının çok az olmasıydı.
-Çok hoşuma giden diğer ilginç şey ise dışarıda sigara içmenin yasak olması. Kafede, restoranda da içilemiyor. Sadece sigara içme alanlarında ve özel mülklerde içilebiliyor.
-Para verirken veya alırken direk elden almamaları da farklı gelmişti. Genelde kasalarda küçük bir kutu oluyor oraya koyuyorlar öyle alıyorsunuz.
-Otomatlar… Her şeyin otomatını yapmışlar, yemek otomatı bile var ve çok efektif çalışıyorlar.
-Düzen ve uyum! Milyonlarca insan kurallara, düzene uyuyor. Hiç kırmızıda geçen veya bisiklet yolundan yürüyen yok. Herkes kuralları benimsemiş.
-Tuvaletler :O Neredeyse tüm tuvaletler akıllı sistem. Oturma yeri genelde ısıtılmış oluyor, kapaklar düğmelerle elektrik gücüyle olarak açılabiliyor. Tuvalet kağıtlarının aşırı ince olması da daha bir ilginç, tek katlı ve elle tutulamayacak kadar inceydiler, arkaları gözüküyor resmen.
-Metrolar: Çok karışık, çok fazla hat var. Videolardaki sıkıştırarak binme olayını görmedim ama belki saatine denk gelmemişimdir 🙂 Ayrıca kimse kitap okumuyor herkes telefonla oynuyor 😀
Aklımda kalanlar
-Ramen yemek
-Fuji Dağı’na tırmanmak
-Sakura ağaçlarının çiçeklerini görmek
-Deniz otobüsü’ne binmek
-Şinkansen’e binmek
-Müzeler gitmek(Özellikle Ghibli müzesi)
Dolu dolu geçen bir seyahat oldu ama hala yapmak istediklerim vardı. Bir sonraki Japonya seyahatim Osaka tarafına olur muhtemelen ama fırsat bulursam 2 gün de Tokyo’ya ayırır aklımda kalanları yaparım diye umuyorum 🙂
Yazıları nasıl hazırlıyorum?
Seyahatteyken ilgimi çeken şeylerin hem fotoğrafını hem videosunu çekiyorum. Seyahat sırasında önemli detayların aklımda kalması için küçük notlar tutuyorum. Döndüğümde fotoğrafları tarayıp en uygun olanları seçiyorum, sonra İCloud ile bilgisayarıma indiriyorum. Videoları aynı şekilde eliyorum ve en iyilerini Youtube’a yüklüyorum. Yazı aşamasında yanlış bilgi vermemek adına devamlı araştırma yapıyorum, yazıdaki önemli kelimelerin hepsine bağlantı veriyorum ki okuyucular anında geçiş yapabilsin. Yazıyı akıcı bir şekilde, sıkmadan, boğmadan yazmaya çalışıyorum. Gerisi kıymetli okurların takdirine kalmış, keyifli okumalar 🙂
Buraya kadar okuduysanız yaklaşık 15 dakikadır okuyorsunuz demektir, yazdığım en uzun yazı oldu. Yaklaşık bir ayda anca yazabildim, çok fazla emek verdim… Japonya seyahatimi nasıl buldunuz? Yazıyla ilgili tavsiye, öneri veya şikayetiniz varsa yorumlarınızı bekliyorum 🙂 Okuduğunuz için teşekkür ederim ❤️
2 thoughts on “Arigato – Tokyo – Japonya – 日本”